24 Eylül 2015 Perşembe

Tasavvuf ve Tarikatlardan Tek Dünya Dinine - Volume I

Allah indirdi" diye başlasam bana ne dersiniz?

Böyle bir durumda çoğunuzun "Ne diyor lan bu gerizekalı" demesi lazım. Ama belki aranızdan beni körü körüne seven birkaç denyo "Ya aslında orada öyle demek istemedi" diye savunmaya kalkışır bu söylediklerimi. Halbuki niye öyle demek istemeyeyim ki? Söylediğim apaçık ortada lan, "Allah indirdi" diyorum işte, nesini savunuyorsun bunun mal?

Peki, bir insan Allah'tan vahiy aldığını iddia edebilir. İşin bu kısmında sorun yok, düşünce özgürlüğünü savunan adamım ben. Fakat size bir de hem müslüman olduğumu, hem de bu yazdıklarımın bana vahiy edildiğini söylersem, şimdi bunun nesini savunabilirsiniz? Hiçbir tarafını savunmamanız gerekir, zira müslüman olmak demek, zaten Kuran'ın vahiyle inen son kitap olduğuna inanmak demektir. Bu da demektir ki hem müslüman olduğunu, hem de yazdıklarının Allah tarafından indirildiğini iddia eden adamda büyük sıkıntı ve çelişkiler vardır.

Şimdi geyiği bırakalım, eğer size müslüman halimle böyle bir iddiada bulunursam beni zerre kadar ciddiye almamanız gerekir, bu konuda anlaştık.

Bir insanı sırf imajı yüzünden seven ve bir insanı yine sırf imajı yüzünden sevmeyen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. O adamın ne dediğine, ne yazdığına, ne yaptığına hiç bakmadan, sırf imajından dolayı ona bir değer biçiyoruz. Zira diğer insanlara uyum sağlamak, arasına girmek istediğimiz topluluk tarafından kabul görmek adına taklitçilik yapıyoruz. Arasına girmek istediğimiz toplumun sevdiğini seviyormuş rolü yapıyor, sevmediğini de sevmiyormuş rolü yapıyoruz ve bir süre sonra yaptığımız rol sahiden de içimize işliyor. Ne olduğunu derinlemesine bilmediğimiz şeyi sahiden sever veya ondan sahiden nefret eder hale geliyoruz. Şimdi size sırf imajından dolayı sevilen bir insanı göstereceğim. Hem de bu insan hem muhafazakar kesimin, hem de modern kesimin sevdiği birisi ki başarması çok zor bir iş bu. Bu kişiyi hepiniz tanıyorsunuz aslında, ama çok çok azınız onun ne dediğini, ne yazdığını ve ne yaptığını biliyorsunuz. Bu kişi Romalı Celaleddin'dir, yani bildiğin Mevlana Celaleddin Rumi.

Mevlana'nın en önemli eseri olan Mesnevi'nin önsözünden bir kesit göstereyim size, şimdilik kırmızı çerçeve içindeki o tek cümleyi okuyun [1]:


"Mesnevi, Alemlerin Rabbi'nden inmedir" - Mevlana

Bu 1953 basımı Mesnevi'ydi. İkna olmayanlar için bir de 2007 basımı Mesnevi'nin önsözünden aynı bölümü göstereyim [2]:



Şimdi karşınızda denyo Sikkofield değil de, o yüce, ihtişamlı, sevgi dolu imajıyla Mevlana hazretleri duruyor ve müslüman haliyle yazdığı kitabın Allah tarafından indirildiğini iddia ediyor. Aynı tepkiyi ona da verebilecek misiniz? 

Hayır, birçoğunuz veremeyecek.

Hatta onu -nedense- saplantı derecesinde sevenler veya sırf imajından dolayı her sözünü iyiye yorup kendini kandıracak olanlar "Hayır, orada öyle demek istemedi" diye kıvırmaya da çalışacaklar. Hatta ben öyle Mesnevi basımları gördüm ki, şu yukarıdaki cümleyi "Mesnevi, alemlerin Rabbi tarafından (gönüllere) indirilmiştir" diye kıvırmışlar. Yani orijinalinde hiç olmayan "gönüllere inme" deyimini, bir parantez yardımıyla eklemişler basıma. Hatta yüzyüze sohbet ettiğim bazı sufiler de aynı şekilde "gönüle inmeyi kastediyor orada" şeklinde bir izah sundular bana. Bu insanların hepsi Mevlana'dan çok Mevlanacılık oynuyorlar, zira Mesnevi'nin bir başka beyitinde aynen şu ifadeler geçer, kırmızı çerçeve içindeki kısmı okuyun [3]:


Mevlana açık seçik Allah'tan vahiy aldığını, fakat bazı tasavvufçuların bunu insanlara karşı "yaa o aslında gönül vahyi demek istiyo, ehihihi" diye yumuşattığını söyler. Mevlana, kendi yazmış olduğu Mesnevi'nin tıpkı Kuran gibi Allah tarafından vahiyle indirildiğini söyler. Hem de bunu hiç kıvırmadan, delikanlı gibi açıkça söyler. Öyleyse bu adam müslümanlar tarafından neden sevilir? Buna verebileceğim yegâne cevap şudur: Ehehe, dünyaya hoşgeldin kardeş.

Evet kaynatasızlar, biraz ani bir giriş oldu farkındayım ama bekleyin, delillerimle geliyorum. Bu yazıda kullandığım tüm fotoğrafları bizzat çektim, kaynaklarımı yazının sonundaki kaynakçada belirticem. Gelelim bu yazının amacına. Öncelikle tasavvuf anlaşılmadan müslümanların şu an içinde bulundukları durum anlaşılamaz. Zira peygamberin ölümünden yıllar sonra İslam'a sızan tasavvuf, pratikteki İslam inancını baya baya değiştirmiştir. Gelelim işin esas alengirli boyutuna: Size bugüne kadarki yazılarımda hep spiritüalizm/new age dininden bahsettim. Bu uyduruk dinin, tek dünya dini olması amacıyla küresel sermaye tarafından nasıl desteklendiğini elimden geldiğince göstermeye çalıştım. Bu yazıda delilleriyle birlikte göreceğiniz şey ise şu olacak; müslümanlara yıllardır İslam alimi diye yutturulan tasavvufçular aslında bu spiritüalistlerden farklı bir şey söylememektedir. Bu sebeple hem günümüzde film, kitap ve türlü yayınlarla aşılanan bu spiritüalizm felsefesini öğreneceğiz, hem de tasavvufun felsefesini.

Bu söylediklerim bazılarınız için ağır şeyler. Kiminiz o Allah'ın belası önyargılarınıza ve hazımsızlığınıza yenilerek okumayı bıracaksınız. Bu kişiler için elimden bir şey gelmez. Ama kiminiz de "dur lan bakalım ne diyo bu" diye okumaya devam edecek, işte bana onlar lazım.

Ayrıca bu söylemiş olduklarım birçoğunuz için de bırak ağır olmayı falan, çok önemsiz görünen şeyler. Onlar da "çok da sikime yeeeaa" diye bu yazıyı okumayı bırakacak, daha sonra gündem olmak için o gün köşesinde "Erkek bence karısını dövebilir" diye saçma bir laf söylemiş olan türbanlı köşe yazarını eleştiren bir Facebook iletisi atarak eğitimli, düzgün, çağdaş ve sorgulayan bir insan olarak hayatına devam edecek. Bu eğitimli görünen sığır jenerasyonun tam göbeğinde yaşamaktan bunalan bir tek ben değilim, bunu biliyorum. İşte bana bu eğitimli sığır sürüsünden bunalan ve bilgiye aç olan adamlar lazım. Okuyun bu yazıyı işte, daha ne diyeyim. Zira birbiriyle alakasız görünen ve "ben bununla ne yapacam" dediğiniz yığınla bilginin, nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu anlayacaksınız.

Girizgahı yaptım, parçaları birleştirmeye başlıyorum. Uzun bir yazı olacak, fakat sabırla okursanız karşılığını alacaksınız. Karagümrük çocuğuyum, sözüm senet lan benim.

Mevlana'nın Mesnevi'sinden devam ediyoruz, şu önsözü biraz daha inceleyelim bakalım [4]:


Önsözün bu kısmında Mevlana, kendi yazdığı Mesnevi'ye övgüler dizer. Ve ne ilginçtir ki burada Mevlana'nın Mesnevi'yi övmek için kullandığı cümleler, Kuran ayetleridir. Yani Allah'ın Kuran için kullandığı tabirleri, Mevlana birebir olarak kendi Mesnevi'si için kullanır. Müthiş bir alçakgönüllülük örneğiyle karşı karşıyayız.

Mesela yukarıda Mevlana "Mesnevi'ye temiz kişilerden başkası el değdiremez" der, Allah ise Vakia suresinin 79. ayetinde "Kuran'a temiz kişilerden başkası el değdiremez" der.

Mevlana "Batıl, Mesnevi'nin önünden ve arkasından yol bulamaz" der, Allah ise Fussilet suresinin 42. ayetinde "Bâtıl, Kuran'a ne önünden gelebilir ne de arkasından" der.

Mevlana "Mesnevi gönüllerin şifasıdır" der, oysa Allah İsra suresinin 82. ayetinde "Kuran'ı, inananlar için bir şifa ve rahmet olarak indirdik." der.

Mevlana "Mesnevi, alemlerin Rabbinin ilhamıyla hayır sahibi katiplerin elleriyle yazılmıştır" der, Allah ise Abese suresi 13-16. ayetlerde Kuran'ın hayırlı katiplerin elleriyle yazıldığını söyler.

Uzatmaya gerek yok sanırım, yukarıdaki cümlelerin neredeyse hepsi Kuran ayetleridir. Mevlana, kendi yazdığı Mesnevi'ye Kuran'ın sıfatlarını yükler. E tabi, adam açık seçik Allah tarafından indirildiğini söyledi zaten Mesnevi'nin, ya ne olacağıdı?

Bir kişinin kendi yazdığı kitap için "bunu Allah indirdi" ifadesini kullanması ne demektir biliyor musun? "Hoşgeldiniz yeni dine" demektir. Bunun lamı cimi yok.

Peki Kuran bu durum için ne der? Doğal olarak şunu der: "Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap'ı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye 'İşte bu, Allah katındandır!' derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden! Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden!" (Bakara 79)

Dikkat ederseniz şu ana kadar işin felsefesine dair hiçbir şey konuşmadık. Şimdilik yapmaya çalıştığım şey, size sadece ortadaki muazzam bir çelişkiyi göstermektir. Ortadaki çelişki ise, kendi yazdığı kitabın vahiyle indiğini iddia eden Mevlana adındaki adamın, müslümanlar tarafından böylesine sevilmesi, sahiplenilmesidir. Mevlana'yı bu yazıda tasavvuf ve ruhçuluk öğretisini anlamak adına didik didik inceleyeceğiz zaten, fakat sırf şu Mesnevi'nin önsözü bile kafasını kullanmaya cesaret edebilen bir insan için birçok şeyin delilidir. Neyin delilidir? Ortada müslüman diye gezinen toplumun, İslam'la zerre kadar alakası olmadığının delilidir mesela. Zira kendi yazdığı kitaba "bu Allah katındandır" diyen insanın durumu, yukarıdaki ayette de gördüğünüz üzere Kuran'da açık seçik anlatılıyor zaten. Peki ortadaki bu çelişki, daha başka neyin delilidir? Müslüman olduğunu söyleyen, yani iş lafa gelince kendisi için en önemli şeyin Allah'ın emirleri olduğunu söyleyen insanların, Allah'ın emirlerini hiç de öyle önemsemediğinin, asıl önemsediği şeyin içinde bulunduğu toplumun değerleri olduğunun, öyle ki kendisine gelenekleri tarafından "Hazret, yüce adam, Allah dostu" diye kakalanan bir adamı bile Allah'ın emirlerine karşı gelmek pahasına sahiplenebileceğinin delilidir. Daha başka neyin delilidir bu çelişki? Günümüzde müslüman olduğunu söyleyen birçok insanın, eğer peygamber döneminde yaşasaydı müşriklerin tarafında olacağının delilidir, zira Arap müşrikleri de geleneklere dayalı dinini sürdüren insanlardı, dinsiz veya inançsız değillerdi. Allah'a inanırlardı.

İnsan kelimelerle konuşur ama kavramlarla düşünür. Birbirimizle anlaşabilmemizin yolu, bir kelimeye yüklediğimiz ortak anlamdan geçer. Fakat eğer ben bir kelimeye, sizin düşündüğünüzden farklı bir anlam yüklüyorsam anlaşamayız demektir. "İnsanlar geleneklere uyar" cümlesinde kullandığım "gelenek" sözcüğünü ben ilk akla gelen "kız isteme, kaşık çırparak çıkkıdı çıkkıdı folklor oynayan kız, asker uğurlama" falan gibi bir kapsamda kullanmıyorum. Benim vurgulamak istediğim gelenek anlayışı, hem yerleşik toplumun hem de insanın arasına girmeye özendiği kesimin değerleridir. O sebeple "gelenek" dediğim şeyin içinde, o günün değerleri, yani popüler kültür de vardır. O günün iktidarı da vardır. Veya asıl moda o günün iktidarına körü körüne zıt gitmekse o da vardır. O günde mevcut olmayan ama geçmişte güçlü bir biçimde var olan ve etkisini o güne kadar sürdüren bir güç de vardır. Kısacası gelenek dediğim şey, taklitçiliğe yakın bir anlam taşır.

Mevlana hem muhafazakar kesim tarafından, hem de Elif Şafak gibi graffiti yapılmış duvar önünde poz verirken çektirdiği fotoğrafını Instagram'a koyup cool ve bohem olan modernler tarafından benimsenen kusursuz bir gelenek örneğidir. Yani hem yerleşik düzenin adetlerinden, hem de arasına girilmek istenen kesimin doğrularından beslendiği için çok güçlü bir gelenektir. O sebeple konu Mevlana olunca, karşımdakine lafımı en azından "dinlettirebilme" ihtimalim bile çok düşüyor dayı, bunu yüzyüze girdiğim tartışmalardan da biliyorum.

Mevlana, tasavvufun kalesidir. Tasavvufun görünüşteki "sevgi, aşk, ne olursan ol gel, iyilik güzellik heleloy" imajını siktir et sen bir kere, zira insanlara bu şekilde hitap etmeyen neredeyse hiçbir görüş yoktur. O işin tıraş kısmıdır. Tasavvufun temel direği vahdet-i vücut anlayışıdır (ki bir de vahdet-i şühud vardır ama ona daha sonra değineceğiz). Vahdet-i vücut ne demektir biliyor musun güzel kardeşim? Bak bizim Karagümrük'te "güzel kardeşim" gibi çok kibar bir laf sadece karşındakine çok sinirlendiğin ama yine de kendine hakim olmaya çalıştığın kavgadan az evvelki o kısacık anda söylenir, yani delleniyorum ayık ol. Vahdet-i vücut: "Her şey Allah'tır" demenin hesapta müslümanca yöntemidir. Yani bu inanca göre tüm evren, tüm yaratıklar Allah'ın bir parçasıdır. Önceki yazılarımda sık sık bahsettiğim spiritüalizm de aynı şekilde "Sen bir tanrısın, heeey, içindeki Tanrı'yı keşfet" mottosuyla insanlara hitap ediyordu hatırlarsanız. Zira adı "new age" olmasına rağmen hiç de yeni olmayan bu modern dinin temeli paganlık ve panteizmdir.

Her şeyin Allah olması veya her şeyin Allah'ın bir parçası olması ne demektir? Az düşün hele.

Her şeyin Allah olması demek, her şeyin iyi olması, kötü diye bir şeyin olmaması demektir. Hatta ve hatta eğer her şey Allah ise, her şey iyi bile değildir, her şey sadece "olması gereken"dir. Yani eğer her şey Allah ise, ne iyiden ne de kötüden söz edebilirsin. Her şey "var olan"dır, ve her şey doğrudur. Yanlışa yer yoktur. Kısacası her şey mübahtır. Her şey mübahtır, çünkü her şey Tanrı'dır.

O sebepledir ki "Allah her şeydir" demek ile, "Allah yoktur" demek arasında hiçbir fark yoktur. Bunu yazının devamında anlayacaksınız fakat üzerinde biraz düşünerek de bunu kavrayabilirsiniz. Entelektüel ateistlerin Mevlana sevgisi de esasen hiç tutarsız değildir, 20 yaşında hayatın anlamını çözen ateist ekşi sözlük yazarından bahsetmiyorum, o adamın bir şeye karşı çıkacak veya onu destekleyecek birikimi dahi yoktur, tıpkı gelenekler yüzünden müslüman olan çoğunluk gibi sikinin keyfine göre bir şeyi sever veya sevmez o. Ki genellikle Mevlana'ya da "lan içinde din geçiyor, Allah geçiyor, o zaman bu kötü bi şey" düşüncesiyle körü körüne karşı olur bu, fakat neden karşı olması gerektiğini bilmez. Bu tipteki bir gerzekten değil, gerçekten birikimli bir ateistten bahsedeceksek, işte bu kişilerin Mevlana ile ortak paydada buluşması hiç de saçma gelmesin size dayılar.

Mevlana, Yunus Emre, İbn Arabi gibi sufiler 13. yüzyılda tasavvufa altın çağını yaşatıyorlar. Fakat bu kişilerden önce tasavvufun ve vahdeti vücut anlayışının İslam'a iyice sızması, 9. yüzyılda Hallac-ı Mansur ve Bayezid Bestami gibi meşhur sufiler sayesinde oluyor. Ki 9. yüzyıldaki bu Hallac-ı Mansur ve Bayezid Bestami, kendilerinden yüzyıllar sonra dünyaya gelecek olan diğer ünlü tasavvufçuların da akıl hocası olacaktır.

Hallac-ı Mansur 9. yüzyılda "Enel Hak" demiştir, yani "Ben Hakk'ım/Ben Allah'ım". Neye inandığını bilmeyen çoğunluk tarafından "Siz onun ne demek istediğini anlayamazsınız, o Allah aşkı ile söylenmiş bir laftır" gibi mükemmel derecede mantıklı (!) bir izahla savunulur bu söz. Bu sözün hangi düşünüşün, hangi felsefenin ürünü olduğunu zaten detaylı bir şekilde açıklayacağım bu yazıda, fakat şimdiden aklınızda bulunsun ki "Ben Allah'ım" demek, "Ben Allah'ım" demektir. Kıvırmaya gerek yok. Mevlana, bir diğer önemli eseri olan Fihi Ma Fih'te bunu şöyle açıklar, lütfen en azından altını çizdiğim cümleleri okuyun [5]:



Tasavvufta (diğer mistik dinlerde olduğu gibi) benliği öldürmek vardır. Sufiler kendi iddialarına göre o kadar alçak gönüllüdürler ki, "Bakın ben yokum, ben diye bir şey yok, sadece Allah var" derler. Oysa alçakgönüllülük gibi görünen "Ben yokum" maskesinin altında "Ben Allah'ım" nanesi yatar. Buradaki mantık örgüsü şöyledir kaynatasızlar: "Ben yokum = çünkü sadece Allah var = sadece Allah varsa o halde "ben" dediğim şey de Allah'tır = ben Allah'ım". Ne güzel di mi?

Mevlana'ya göre de "Ben Tanrı'yım" demek bu sebeple büyük bir gönül alçaklığıymış, hatta "ben varım" demek kibirin dik alasıymış. Ve "Ben Tanrı'yım" demek öylesine büyük bir gönül alçaklığıymış ki, halk bunu anlamazmış.

Şimdi Mevlana'nın doğal olarak savunuculuğunu yaptığı, "Ben Tanrı'yım" nanesini müslümanlara ilk yutturan Hallac-ı Mansur'a bakalım bir de. Elimde Hallac-ı Mansur'un günümüze ulaşan tek kitabı olan "Tavasin" var, bu kitaptan bazı alıntılar yapcam şimdi. Hallac efendi şöyle diyorlar:

"Kalp gözüyle gördüm Rabbimi,
Sordum 'Kimsin sen?' diye,
'Sensin' dedi" [6]

Evet, Hallac- Mansur adındaki eleman Allah'lığını ilan etti. Peki, yukarıda dediklerimi hatırlayın şimdi. Size eğer her şey Allah ise her şeyin iyi olacağını söylemiştim. Tasavvuf ve ruhçuluk düşüncesine göre bu hayatta "kötü" olanlar aslında "kötülük rolünü üstlenen gerçek iyiler"dir. Bu sebeple Hallac-ı Mansur sık sık Şeytan'ı över. Evet Hallac, İblis'e övgüler yağdırır, zira İblis de tıpkı her şey gibi Allah'ın bir parçasıdır. Yani Hallac'ı Mansur da Allah'tır, İblis de Allah'tır, gülünce aniden burnundan balon şeklinde fışkıran sümük de Allah'tır. Şimdi sabırla okuyun bu kısmı, bu düşüncenin nasıl iğrenç olduğunu, mantık örgüsünü kurarak anlayacaksınız:

Kuran'a göre İblis'in Adem'e isyan etmesinin sebebi "kibir"dir. Allah, insanı yaratır ve İblis ise insandan daha üstün olduğunu iddia ederek, sırf boş bir hırs ve kibirle Allah'a isyan eder. Fakat Hallac, İblis'in isyan etme sebebini şöyle açıklar:

Tanrı ona buyurdu: «Secde et!» O da şöyle dedi:
«Senden başkasına secde etmem.»  [7]

Hallac tamamen kafasından senaryo üreterek Kuran'a eklemeler yapar ve İblis'in "ben Allah'tan başkasına secde etmem" bahanesiyle Adem'e secde etmediğini iddia eder. Oysa Kuran'a göre durum şudur:

"Allah buyurdu: 'Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?' İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.'" (Araf 12)

Apaçık ortada di mi? Kuran'a göre İblis, insanı kıskanarak kibirlenir. Ve tarihteki ilk ırkçılık örneğini verir bize: "Ben insan'dan daha üstünüm, çünkü insan çamurdan yaratıldı, ben ateşten yaratıldım". İnanın bana, bunun beyazların zencilerden üstün olduklarını iddia etmelerinden hiçbir farkı yok, altında yatan duygu tamamen aynıdır: Kibir ve boş gurur, yani hiçbir çaba sarfetmeden sahip olduğun yaratılış/doğum özelliğin ile üstünlük iddia etmek. Kuran'a göre gerçekten de insanlar birbirinden üstündür, fakat bu üstünlük yaratılıştan/doğumdan gelen özelliklere dayalı değil, özgür irade ile yapılan eylemlere dayalıdır. Ve tabi ki üstünlük de kişinin kendi çabasıyla yaptığı iyi işlere dayalı olduğundan, kimin kimden üstün olduğunu da tek bilen Allah'tır.

Gelgelelim Hallac, Şeytanın avukatlığını yaparak İblis'i "asil" ilan eder. Bakın devamında şunları söyler Hallacı Mansur [8]:

"Yüceliğin
onuru konusunda İblis'le ve Firavun'la konuştum. İblis
dedi ki 'Secde etseydim, onurlu adımı yitirirdim.’ Firavun
ise, şöyle dedi: 'Bu Haberci'ye inansaydım, onurlu
katımdan aşağı düşerdim.'"

İblis, Adem'e secde etmemekle onurlu bir davranış sergilemiştir Hallac'a göre ki bu düşünce daha sonra Yezidiliğin temelini oluşturacaktır. Aynı mantıkla Allah'a isyan eden ve Musa peygambere inanmayan Firavun da çok asildir Hallac'a göre. Hatta Hallac hızını alamaz ve şunları söyler Tavasin adlı kitabında:

"Yoldaşım ve öğretmenimdir, İblis'le Firavun" [9]

Şimdi bak hacı, insanlar soyut kavramlardan pek anlamıyorlar, "İblis'le Firavun'u övmüş adam, ee kime ne zararı var bunun" gibi algılanıyor bu durum. Bunlar öyle basit, zararsız düşünceler değildir. İblis'i ve Firavun'u yüce varlıklar ilan edip övmek ne demektir sen biliyor musun? Gel bak, az çalıştır saksıyı. Firavun dediğin adam nedir, kimdir, ne yapar da Allah tarafından cehenneme atılır? Kuran'a bakalım:

"Sizi Firavun hanedanından kurtardığımızı da hatırlayın. Hani, onlar size azabın en çirkiniyle kötülük ediyorlardı: Erkek çocuklarınızı boğazlıyorlar, kadınlarınıza hayasızca davranıyorlar/kadınlarınızın rahimlerini yokluyorlar/kadınlarınızı hayata salıyorlardı. İşte bunda sizin için, Rabbinizden gelen büyük bir ıstırap ve imtihan vardı." (Bakara suresi, 49)

Firavun, cinayet işleyen, tecavüz eden bir adamdır Kuran'a göre. E al sana Özgecan'ın katilleri işte. Firavun için "yoldaşım, öğretmenim" diyen Hallac-ı Mansur'a göre ve Hallac'ın yolundan giden Mevlana'ya göre Özgecan'ın katilleri de Allah'tır. Yaptıkları kötülük değildir. Çünkü kötülük diye bir şey yoktur.

Peki Hallac'ın "yoldaşım ve öğretmenim" dediği İblis kimdir, nedir? İblis de insanlara kötülük yapmalarını fısıldayan lavuktur. Al sana adam öldürmek, hırsızlık yapmak, ırza geçmek, yalan söylemek ve aklına gelen tüm kötülüklerin yüceltilmesi... Tüm bunlar aslında kötülük değildir tasavvufa göre. Bunlar insanların "tekamül"üne yani "ruhani evrim"ine katkıda bulunan sınavlardır ve aslında çok faydalıdırlar. O sebeple bizim "kötü" dediğimiz kişiler kötü rolünü üstlenen gerçek "iyi"lerdir ve bizim "kötülük" dediğimiz eylemler aslında gerçek "iyilik"lerdir. Hallac'ın İblis ve Firavun'u övmesinin sebebi budur.

Anladın mı şimdi "her şey Allah'tır" gibi masumane gözüken saçmalığın ciddi sonuçlarını?

Sevgi, barış, aşk kılıfıyla; sadece yüzeysel bilgilerle hayat görüşü edinen denyo kesime hitap eden bu görüşün kötülüğü öldürme yöntemi; her şeye iyi demektir, her şeye iyi demenin tasavvufi yöntemi de "her şey Allah'tır" demektir. Zira Allah apriori olarak iyidir ve her şey Allah ise, her şey iyi olur, Oysa kötü, ona iyi denilerek yok edilemez. Kötüye iyi demek, kötülüğün en büyüklerinden biridir. Gerçek iyi ve gerçek adalet; iyi ile kötü arasına keskin çizgiler koymaktır, onları bir görmek değil.


"Her şey Allah'tır" veya "Her şey Allah'ın bir parçasıdır" düşüncesinin yarattığı şeytani sonuç işte budur.

Peki, her şey gibi kendisinin de Allah olduğunu söyleyen Hallac'ı ve onunla aynı fikirde olan Mevlana'yı gördük. Kuran bu kişiler için ne der?

"İçlerinden her kim, "Ben O'nun berisinden bir ilahım!" derse böylesini cehennemle cezalandırırız. Zalimleri işte böyle cezalandırırız biz." (Enbiya suresi 29)

Bizim müslümanların "İslam alimi" diye sahiplendiği bu herifler, yine Kuran'da "cehennemlik" ve "zalim" diye nitelendirilen kişilerin yaptığının birebir aynısını yapmaktadır. Benim derdim ise bu Mevlana denen adam değil, hala bu adamı izleyen, sevip bağrına basan müslüman kitledir. Ve bu "müslüman kitle" dediğim de tahmin edeceğiniz gibi öyle 3-5 kişi değil, müslümanların büyük çoğunluğudur. Rezilliği sen düşün.

Şimdi bu "ben Allah'ım, sen Allah'sın, her şey Allah" denen motto, günümüzde de spiritüalist yayınlarla ve çaktırmadan Hollywood'la, popüler kültürle verilen panteist/panenteist öğretinin eseridir. Bunları ilk yumurtlayan ne Mevlana'dır, ne de Hallac, bu kişiler sadece bu binlerce yıllık pagan öğretiyi üstüne biraz Allah, biraz Muhammed lafı ekleyerek İslam'a sızdırmayı başarmış heriflerdir. Budizmde, Hinduizmde, Pavlus ve neo-platonizmi kuran Plotinus'un öncülüğünde şekillenen Hristiyanlıkta ve Yahudi mistisizmi olan Kabala'da da vardır bu. Günümüzdeki spiritüalizmde de elbette... Antik Mısır'da, Babil'de ve Sümerlerde de vardır aynı inanç, zaten yazılı tarihte bilinen ilk çıkış noktaları da buralardır. Bizim ilahiyatçı sufi takım, hacı hocalar ve bunların takipçileri, dinler tarihi hakkındaki sıfıra yakın bilgileriyle Mevlana'yı sanki çok mübarek, çok ilahi ve çok yeni bir şey söylüyormuş gibi şöyle savunurlar "Siz o lafın ne anlama geldiğini anlamıyorsunuz, cahilsiniz, beyniniz yetmez, wara wara wara wara". Tabi bunları derken kendisi de bir bok anlamamıştır Mevlana'dan, o ayrı. Mevlana'nın binlerce yıllık pagan öğretinin temsilcilerinden sadece biri olduğundan bihaberdir. Divan-ı Kebir'den bazı güzel (!) beyitleri toparlayan Divan-ı Kebir'den Seçmeler adlı kitabın hazırlayıcısı Şefik Can da, kitabın önsözünde şöyle söyler, lütfen okuyun çünkü ben bu yazıyı yayınladıktan sonra bu blog'taki yorumlarda ve sağda solda da aynı içi boş saçmalıkları duyacaksınız [10]:



He Allah aşkıyla söylüyosa tamam o zaman.

Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi gibi sufiler "Ben Allah'ım" dedikleri için öldürülmüşlerdir, tasavvufçular da bu durumu gayet güzel bir duygu sömürüsü aracı yaparlar. Şimdi şunu belirtmek lazım ki Yunus 99, Kafirun 6 ve daha birçok ayete göre bir insanın inancından dolayı kılına bile dokunamazsın. "Ben Allah'ım" deseler dahi bu insanlar sizin üstünüze yürümedikçe, siz onların üstüne yürüyemezsiniz. İnançları yüzünden bu insanları öldürenler cinayet işlemişlerdir, katildirler. Ne zaman bir IŞİD ya da El Kaide olayı patlak verse, veya ruh hastası Ebu Cabbar Bin Zamazingo'nun teki adam öldürse "işte İslam böyle bi şey!!!" diye ortaya fırlayan denyo ateist tayfayı geç, onlar için İslam en kötüsü olmak zorunda, çünkü buna inanmak istiyorlar, Onlar en doğrusunu bilirler, çünkü profil fotoğrafında Einstein resmi olan ateist Facebook sayfası paylaşımları like'lıyorlar. Fakat ayetlere göre sadece nefsi müdafaa hakkın vardır, nefsi müdafaadan bir gıdım ötesini bile yapamazsın. Bu Hallac'lar falan "Ben Allah'ım" deyip öldürülünce de, zalimden mazlum durumuna terfi ettiler insanların gözünde. Zira hak etmedikleri bir ceza aldılar. Bu hep böyledir, haddi aşan ceza zalimi mazlum yapar. Eminim ki bu yazının üstüne "işte zaten sizin gibiler öldürdüler Hallac'ı" diye demagoji yapan tipler de fırlayacak, yok güzelim, adamın inancı sapıkça da olsa kılına bile dokunamazsın, hiç oradan vurmaya kalkma. Aslında Hallac-ı Mansur'un durumunu en iyi Oscar Wilde'ın şu sözü özetler: "Sırf adamın biri uğruna öldü diye, o şey ille de doğru olacak değildir"

Tasavvufçular işte yukarıdaki sayfada göreceğiniz üzere "anlaşılmazlık" kisvesi altında kendi saçmalıklarını insanlara kabul ettirmişlerdir. Onlara göre tasavvufu anlamak her babayiğidin harcı değildir. Valla güzelim o halde Kuran'ı gönderen Allah da anlamamış olacak ki senin Hallac'ının, Bestami'nin ilahi aşkını ve derin felsefesini, o da "ben Allah'ım" diyen kişiler için zalimler demektedir Kuran'da. Galiba sizin Mevlana'lar falan Allah'a karşı platonik aşıklar, çünkü Allah bunların aşkına gereken cevabı verememiş :(

Hayırdır, siz Allah'a dinini mi öğretiyorsunuz?

Hinduizm düşüncesinin dayandığı en önemli metinler Upanişad'lardır. Upanişad'ların temel öğretisi ise "Tat tvam asi" (Sen O'sun) ve "Aham Brahma asmı" (Ben Brahma'yım) cümleleridir ki ikisi de aynı anlama gelir. Brahma, Hinduizm'de her şeyi yaratan Tanrı'dır. Günümüzde internet diye güzel bir nimet var arkadaşım, Google'a yaz şu sözleri de ufak çaplı bir araştırma yap bakalım, bunların binlerce yıllık pagan öğreti olduğunu ve tüm mistik dinlerde aynı nanenin bulunduğunu, bunların Kuran'daki tevhid inancıyla hiçbir alakası olmadığını, hatta tam tersi olduğunu kendi gözlerinle gör bir bakalım. Sen seçilmiş adam değilsin merak etme, senin içinde doğduğun toplum nihai doğrulara sahip yüce bir toplum değil. Zaten kendi emeğiyle hiçbir boka derman olmamış her gerizekalı, her tembel adam da buna inanır. Toplumu tarafından kendisine öğretileni sorgulamaksızın sahiplenir ve savunur. Biri Sanskritçe "Aham Brahma asmı" demiş, biri Arapça "Enel Hakk" demiş, arada zerre kadar fark yoktur. İkisi de "Ben Allah'ım" demektir.

Günümüzdeki Hristiyanlık; Pavlus (Aziz Paul) ve Plotinus'un eseridir, İsa'nın değil. Pavlus; İsa'ya karşı savaşanlardan birisidir ve döneminde nüfuz sahibi, yetkili bir abidir. Derken İsa, Hristiyan inancına göre çarmıha gerilir, İslam inancına göre çarmıha gerilmeyip Allah tarafından öldürülür ve kendi katına yükseltilir (bkz Ali İmran 55). Her neyse, İsa öldükten sonra Pavlus'a bir haller olur. Bu Pavlus bir vizyon görür, vizyon demem çok entel dantel geldiyse şöyle diyeyim, Pavlus bir anda ölmüş olan İsa'yı görür. İsa buna "Ben Tanrı'nın oğluyum" der ve Pavlus da bir anda imana gelir. Artık koyu bir Hristiyan olan Pavlus, insanları İsa'nın kendisini bir havari olarak tayin ettiğine inandırır. Aslına bakarsan bence Pavlus yalan söylemiyordur, cidden kendi gerçekliğinde bir şeyler görmüştür herif, yoksa o kadar nüfuz sahibi bir Yahudi'nin her şeyi bırakıp Hristiyan olması bana pek akıl kârı gözükmüyor. Gördüğü artık halüsinasyon mudur, cinlerin bir oyunu mudur, yoksa Allah tarafından yapılan bir sınav mıdır orasını bilemem. Her neyse, Pavlus'un Hristiyanlığında kominyon ayini, bir başka adıyla şarap ekmek ayini vardır. Kominyon ayininde müminler şarap içer ve içilen bu şarap İsa'nın kanıdır. Müminler ekmek yer ve bu ekmek İsa'nın etidir. Peki müminler neden İsa'nın kanını içer, etini yer? Çünkü İsa Tanrı'nın oğlu olduğu gibi aynı zamanda panteist öğreti çerçevesinde Tanrı'nın ta kendisidir, zaten günümüz Hristiyanlarının bile büyük çoğunluğu bu sebeple İsa'nın Tanrı olduğuna inanır ve ona "Rabbimiz" der. E dolayısıyla İsa'nın kanını içip etini yemek, İsa'yla bir olmaktır ve İsa'yla bir olmak ise Allah'la bir olmak, Allah'la bütünleşmektir. Al geldik mi yine aynı yere, Allah olmaya?

Ardından gelelim milattan sonra 3. yüzyıla. Bu sefer Plotinus deyu bir filozof  abi türer ve adından da belli olacağı üzere Platon'un düşünceleri üzerine neo-platonizmi kurar, gerçi Platon'un düşünceleri de bu şekli almak için Plotinus'u beklemek zorunda değildir aslında, zira Platon da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söyler, her neyse. Plotinus'un icat ettiği sudur teorisine göre Tanrı yaratmaz, yaratılmış olan varlıklar Tanrı'dan taşar, fışkırır. Hani zeki çocuklar için "paçalarından zeka akıyo" deriz ya, Plotinus'a göre Tanrı öyle yaratıcıdır ki paçalarından yaratık akar. E dolayısıyla Plotinus'a göre de her şey Allah'tan taştığı için, her şey O'nun bir parçasıdır. Plotinus'un sıçtığı bu "sudur teorisi", daha sonra çok yeni bir şeymiş gibi İslam alemine "vahdet-i vücud, vahdet-i şühud" gibi isimlerle sızacaktır.

Gelelim günümüzdeki spiritüalist yayınlara ki onlar da tamamen aynı şeyleri söyler Hindular, mistik Hristiyanlar, Kabalistler, Budistler ve Sufilerle birlikte: "Her şey Tanrı'dır" ve dolayısıyla "Her şey Bir'dir". Tasavvuftaki vahdet-i vücud'un Türkçesi de "Varlığın birliği" demektir, meseleye uyanın, Arapça bir laflar var diye işin içinde "mübareklik" var önkabulüyle yaklaşmayın, denyo musunuz lan siz?

Elimde Ramtha adında spiritüalist bir kitap var, ki spiritüalist kitapların alayında aynı naneleri bulabilirsiniz zaten, ben konu mankeni olarak bu kitabı seçiyorum. Lütfen şu altını çizdiğim kısımları okuyun sevgili kaynataseverler [11]:





Kitabın tamamı bu saçmalıklarla doludur. Ramtha da yine her şeyin Tanrı olduğunu ve dolayısıyla bizim de Tanrı olduğumuzu bildirir insanlara. Adı günümüzde "spiritüalizm" veya "new age" olan dinin temeli budur, yeni bir şey söylemezler, binlerce yıllık paganlık aynen devam eder. Ha bunları söylediğim için spiritüalistlere göre ben, onların bilgeliğine erişemeyen, onları anlayamayan, yeterince ruhani evrim geçirmemiş düşük bir varlığımdır. Kendilerine karşı olanlara sürdükleri ilk ezbere argüman budur. Tıpkı tasavvufçuların "halk bizi anlamaz"ı gibi yani. Yöntemleri bile aynıdır bunların, zira inançları "tekamül" denilen ruhani evrim safsatasına dayanır ve bu inanca göre dünya tekamül etmiş üst insanlar ve tekamül edememiş alt insanlarla doludur.

Bu arada size işin tiyatral yanı hakkında da bir bilgi vereyim. ABD'de J. Z. Knight adında bir abla vardır, Bu Ramtha adlı kitabın yazarı da aslında odur ama aynı zamanda değildir (hö nasıl yani, diyorsan izah edeceğim). Bu abla seminerler verir, kitaplar yazar. Fakat bu seminerleri veren o değildir, kitapları yazan da o değildir. Çünkü Ramtha adında bir üst boyuttaki varlık (tıpkı Interstallar filmindeki, üst boyutlardaki sevgi dolu, yardımsever varlıklar gibi) bu ablanın bedenini kullanarak insanlara seslenir. Ve bu Ramtha adındaki varlık tüm mistik dinlerde ve mistik bir din olan tasavvufta olduğu gibi "varlık birdir, çünkü her şey Tanrı'dır, sen de Tanrı'sın, kendini keşfet" diye seslenir insanoğluna. Peki bu Amerikalı abla sahiden bir şeyler görür duyar mı, yoksa şarlatan mıdır? Amerikalı J. Z. Knight denen kadın ne ilk, ne de sondur, Tanrı'dan veya üst boyutlardaki varlıklardan vahiy aldığını iddia eden milyonlarca spiritüalistten birisidir. Şarlatan da olabilirler, kendilerini "üst varlık, ışık varlığı, melek, peygamber" diye tanıtan cinlere inanan kandırılmışlar da olabilirler. İşin orası hakkında kesin bir şey söyleyemem, tıpkı Pavlus'ta olduğu gibi.

Velhasıl kelam işin tiyatral yanı değişir, ama öğreti aynıdır. Kimi zaman sufiler dergahta Allah aşkıyla cezbeyle kapılırlar ve "varlık birdir, her şey Allah'tır" derler, kimi zaman birtakım mistikler medyumlar vasıtasıyla celse törenleri düzenleyip üst boyuttaki varlıklarla temasa geçerler ve o varlıklar bir medyumun ağzından "varlık birdir, her şey Allah'tır" derler, kimi zaman da mantarı veya dönemindeki uyuşturucuyu kökleyen şamanlar sarhoşluk halinde her şeyi bir algılayıp "varlık birdir, her şey Tanrı'dır" derler. Toplumuna göre, kültürel etkenlere göre işin bu senaryosu değişir, ama ağızlardan çıkan o öğreti hep aynıdır "Sen Tanrı'sın".

Ramtha'dan devam edelim, şunu lütfen okur musun güzel kardeşim [12]:



Sizin Hallac-ı Mansur'unuz ve Mevlana'nızla aynı şeyi söyler spiritüalistler: Ben Tanrı'yım, her şey Tanrı. Uyan dayı uyan geldik, hooouuuuu.

Her şeyin Allah olması ve dolayısıyla her şeyin bir olması öğretisini pompalayan yayınlara bir örnek daha vereyim. Sıradaki kitabımızın adı "Ra Bilgileri". İsmi ilginç geldi di mi, bu kitabın adının neden "Ra (Horus) Bilgileri" olduğunu da anlatacağım yazının ilerleyen kısımlarında, daha ortaya dökülecek çok hurafe var, dur hele. "Ra Bilgileri" adlı spiritüalist kitaptan bir kesit, al bak senin gül kokulu Mevlana'nla aynı şeyi söylüyorlar ama sen Kuran okumamış bir kültürel müslümansan bu adamlara "kafir" deyip Romalı Celaleddin'e "Mevlana Hazretleri" diyeceksin orası ayrı [13]:



Hah, her şey Yaratan'ın (yani Tanrı'nın) bir parçası ve o halde her şey Yaratan, her şey Tanrı. Söyle bakayım bana şimdi, bu tasavvuftan farklı mıymış? Aynısı güzel kardeşim. İslam'daki bir olan ve eşi, benzeri, dengi bulunmayan Allah inancı ile, bu şekildeki bir Allah inancının hiçbir alakası yoktur. Fakat "Allah'ın bir olması" kavramını işte bu şekilde tahrif eder bu herifler. Senin "eski toplumlar büssürü Tanrıya inanıyodu yeeaa" dediğin olay da budur zaten merak etme. Zira hiçbir insan evladı taştan yaptığı heykele "aha bu Allah" diyecek kadar denyo değildir, adam o heykelde Allah'ın temsil edildiğine, zira o heykelin Allah'ın bir parçası olduğuna inanır. Kuran'da "şirk" yani "ortaklık" denilen olay da tam olarak budur. Fakat Allah'ın ortağı yoktur. Sen Allah değilsin. Sen Allah değilsin, çünkü senin içinde kötülük potansiyeli var, sen kötülük yapıyorsun. Sen Allah değilsin, çünkü sen yoruluyorsun, uyuyorsun, bıkıyorsun, heyecanlanıyorsun. Sen Allah değilsin çünkü senin koltukaltın 2 gün yıkanmadın mı leş gibi kokuyor. Sen Allah değilsin, sen bir yaratıksın. Nice çileler de çeksen (ki çile çekmek sana illa ki bir şeyler katmak zorunda değildir), milyonlarca yılı siktir et katrilyonlarca yıl da geçse, sen Allah'la bir olmayacaksın, tekamül etmeyeceksin. İnsan doğdun, insan öleceksin, ve Kuran'a göre de bu dünyada yaptıklarınla yüzleştirilmek için insan olarak ahirette yeniden yaratılacaksın.

Tasavvuf denilen şey, mistik ve pagan bir dindir güzel kardeşim.

Ra Bilgileri adlı spiritüalist kitaptan devam edelim [14]:





Gördüğünüz üzere yine her şeyin "bir" olduğu ve her şeyin Tanrı olduğu düşüncesi, tıpkı tasavvufi metinlerde olduğu gibi burada da okuyucuya yedirilir. Her şeyin bir olması düşüncesi panteist/panenteist öğretinin bir eseridir. İslam inancına göre ise bir olan Allah'tır. Fakat tasavvufçular, İslam'a tamamen ters olan "her şey birdir" felsefesini şu şekilde İslam'a yamamışlardır: Allah her şeydir, ve Allah birse, o halde her şey birdir. Vücud (varlık), birdir.

Yani ayrı ayrı benlikler, ayrı ayrı varlıklar yoktur tasavvufçulara ve spiritüalistlere göre, çünkü her şey birdir. Hatta "benlik", öldürülmesi gereken bir lanettir tasavvufa göre. Tasavvufçuların çile çekip nefslerini öldürmeye çalışmaları da bu sebepledir ki Kuran'da benliği/nefsi öldürmek değil, ona iyi ve güzel davranmak öğütlenir. Yine Kuran'la taban tabana zıt olan bir anlayışla karşı karşıyayız yani. Tasavvuf düşüncesine göre insanın "benliğinden" kurtulması gerekir, çünkü "benlik" denilen şey insanın haşa Allah olmasını engelleyen bir aldatmaca, bir illüzyondur.

Şimdi konuyla ilgili olarak kameralarımızı yeniden Konya gecelerine, yani Mevlana'ya çeviriyoruz [15]:




Mevlana'ya göre "benlik" bir suçtur, bu beyitlerde Mevlana süslü sözlerle benliği öldürmeyi ve koyun olmayı öğütler müritlerine. "Sürüde kal" der.

Mevlana'nın "benliğini öldür, sürüde kal" diyerek verdiği öğütler, meseleyi tam olarak bilmeyen ve Mevlana'nın her dediğini iyiye yormaya meyilli zihinlerde şöyle bir etki bırakır: "Ya adam işte halkın arasında kalmayı öğütlüyor, benliğini öldür, çok sivrilme diyor, ne kadar kibirden uzak bir şey değil mi?". He canım, Mevlana'nın "benliği öldür" tavsiyesi vermekle amaçladığı şey şudur, bakın eğer benliğinizi öldürürseniz ne olurmuşsunuz, lütfen hepsini okuyun [16]:


Eğer benliğinizi öldürürseniz Allah olurmuşsunuz, evet gerçekten de kibirden çok uzakmış Mevlana hazretleri. Nefs-i Emmare, tasavvufta Allah'la bir olmak için aşılması gereken bir mertebedir ki bu tasavvufun mertebeleri de yine Hinduizm ve Budizm gibi mistik dinlerden araktır. Ve bu mertebelerin sonuncusu da daima Allah veya Evren ile bir olunan yokluk hâlidir. Tanrı/Evren ile bir olunan bu yokluk hâlinin adı tasavvufta fenafillah, Hinduizm'de samadhi, Budizm'de nirvana'dır. Mevlana'nın bu satırlarda "padişah" dediği de Allah'tır elbette. Mevlana'ya göre eğer benliğinizi öldürürseniz, padişah yani Allah oluverirsiniz. Zira nefs, yani benlik, insanın Allah olmasını engelleyen bir zincirdir Mevlana'nın deyimiyle.

Şimdi pası Mevlana'dan aldık, bizim Ramtha adlı spiritüalist kitaba geçiyoruz. Ramtha adlı yüce varlık, insanoğluna şunları öğütler [17]:



Ramtha, Mevlana ile "tamamen" aynı şeyi söyler: Benlik, insanın Allah olmasına izin vermeyen bir engeldir.

Konuşma dilinde "Ego"yu çoğu zaman "kibir" anlamında kullanırız, hani "egonu kır" falan deriz ya, işte bu yanlış bir kullanımdır hacı. Zira ego ve kibir bambaşka şeylerdir. Kibir kötüdür, ego ise kötü falan değildir. Ego demek; benliktir, nefstir. Seni sen yapan şeydir ego. Ramtha da bu bağlamda eğer egonuzu, yani benliğinizi öldürürseniz Tanrı olacağınızı öğütler tıpkı Mevlana gibi.

Yeniden Mevlana'ya, Divan-ı Kebir'e bakalım, çerçeve içindeki kısımları okuyun [18]:


Bu süslü lafların anlamı yine aynıdır: Benliğini öldür, Allah ol. Mevlana, tekamül sürecinde Allah'la bir olunca "cefaların vefaya dönüştüğünü" söyler. Çilecilik veya asketizm olarak bilinen saçmalığın sebebi de budur; çileler çekerek benliğini öldürmek ve Allah olmak. Zira benlik bir suçtur, günahtır (tıpkı Hristiyanlıktakı gibi). Benlik, insanın Allah ile arasına giren bir engeldir. Bu nedenle benliğin aşağılanması, işkenceler görmesi, paramparça edilmesi gerekir. Zamanında dergâha girmek isteyen gençlere hakaretler edilmesi, onurlarının kırılması, çeşitli ritüellerle canlarının acıtılması bu sebeptendir. O Yunus Emre'nin çileler çekmesi, bir lokma bir hırka yaşaması nedendir sanıyordunuz siz ağalar? Mevlana'nın, Yunus'un ve diğer büyükbaş tasavvufçuların  "Allah sevgisi" diye kakaladıkları şey esasen "Allah olma sevgisi"dir.

Bazı örneklerini de gördüğünüz üzere Mevlana şiirlerinde Allah'tan "padişah", "sevgili", "maşuk" gibi isimlerle bahseder. Gelelim Mevlana'nın Divan-ı Kebir'deki bir diğer bombasına [19]:


Okudunuz mu? Sapık herif. Yemin ederim sinirlendim şu an, bu saçmalıkları nasıl anlatacağımı bilemiyorum yemin ederim. Padişahlar padişahı ile halvetteymiş Mevlana'mız. Bu sufiler halvete girip kendilerini bir odaya kilitlerler, amaç olgunlaşmak, ermek gibi tıraş sözcüklerle halka açıklanır, esas amaç ise Mevlana'nın söylediği gibi "benliği terk ederek Allah ile bir olmak"tır.

Hemen bir sonraki sayfadan devam ediyorum [20]:


Mevlana bu satırlarda Allah'ı tehdit eder. Neden? Çünkü ruh hastasıdır da ondan.

Allah olma aşkıyla yanıp tutuşan Mevlana, açık seçik eğer "bir olma" çağrısına cevap vermezse çeşitli kargaşalar çıkaracağını söyler Allah'a. Koşun beyler kavga var.

Ya güzel kardeşim bu nedir lan? Üşenmeyip bi okuyun n'olur ya. Herif bildiğin İbrahim Kutluay'a laf sokma kaygısıyla şarkı yazan Demet Akalın misali şiir yazıp Allah'a rest çekiyor "bu gece de yanıma gelmezsen gürültüler koparırım" diye.

He oldu, istersen bi de Facebook'tan engelle de seni merak etsin. Manyağa bak la.

Şimdi aklınıza şöyle bir soru takılmış olabilir: Eğer ruhçuluk (spiritüalizm) ve tasavvuf öğretisine göre her şey zaten Allah'sa, neden benliği terk etmek gerekir? E biz zaten Allah değil miydik, hani marjinal bizdik?

Bu soruyu cevaplamam uzun sürecek. Ve bu sorunun cevabını öğrendiğinizde, sevgi pıtırcığı gözüken tasavvufun ve ruhçuluğun, ne gibi iğrenç sonuçlara yol açtığını da göreceksiniz. Bu iğrenç sonuçların bir kısmı yalnızca müslümanları bağlar, işin inanç boyutuyla ilgilidir, o kısımları okuyan bir ateist veya deist "ee banane" demesin, zira bu iğrenç sonuçların diğer kısmı ise sadece müslümanları değil herkesi ilgilendirir, hayatın pratiği ile ilgilidir. İlk anlatacaklarım işin müslümanları bağlayan, inançla alakalı kısmı olacak. Zira bunu anlatmadan evvel işin herkesi bağlayan kısmına geçiş yapmam mümkün değil. Öyle ki işin temelinde Kuran-tasavvuf çatışması yatar. Şimdi arkanıza yaslanın, ve buradan sonra anlatacaklarımı büyük bir sabırla tane tane okuyun. Arka sıra dinle burayı evladım, laf anlatıyoruz burada.

Öncelikle şunu söyleyeyim hacı, insan ürünü olan bir felsefede muhakkak saçmalıklar (ki hem de büyük saçmalıklar) ve mantıksızlıklar olacaktır. Zaten bu yüzden bunlara kulak asmayıp "hurafe" diyoruz ya. Diğer sebebi ise, ruhçuların ve sufilerin bu dünyayı "illüzyon" diye tanımlamasıdır. Bu maddelerden oluşan dünya, onlar açısından bir "hayal"dir, aslında yoktur. Bu madde dünyasının bir aldatmaca, bir hayal olduğunu fark eden ve bu aldatmaca dünyadan, aldatmaca benliğinden sıyrılan ulvi kişiler de Allah ile bir olur. Yani tasavvufa göre Allah'ın bir yansıması olan bu dünya, Allah'ın insanlara kurduğu bir tuzaktır, yanılsamadır. Ulvi kişiler bu yanılsamayı fark eder ve madde dünyasından sıyrılarak Allah ile bir olma yolculuğuna çıkarlar. Bu ulvi kişilerin adı spiritüalizmde kimi zaman "ermiş", "üst boyut varlığı" gibi tıraş isimlerdir, aynı kişilere tasavvufta ise "insan-ı kamil" veya "veli" veya "şeyh" denir. Bu kişiler, dünyanın illüzyon olduğunu fark ederek Allah olduklarını anlarlar.

Örneğin, Ramtha adlı ruhçu kitaba bakalım şimdi, derhal okuyun kaynatasına horyuken çektiklerim [21]:


Veya diğer ruhçu kitabımız olan Ra Bilgileri'nde de aynı lafları görebiliriz [22]:



Allah olduğunu idrak etmiş olan yüce varlık Ramtha, insanlara bu madde denen, benlik denen illüzyonu aşmaları ve Allah olduklarını fark etmeleri çağrısında bulunur [23]:



Evet, şimdiye kadar yaptığımız gibi, günümüzde yazılmış bu kitaplar ile, 1200'lü yıllarda yaşamış olan Mevlana'nın AYNI şeyden bahsettiğini ispatlamak adına hemen Mevlana'nın Divan-ı Kebir adlı eseriyle karşılaştırma yapıyoruz. Şunları söyler Mevlana [24]:




Bildiğin Burhan Altıntop'un dergâhlısı yemin ederim, "ben yoğum" nedir olum. Ruhçuların "illüzyon, aldatmaca, hayal, yokluk" dediği şeye Mevlana tıpkı onlar gibi "hayal" veya "yokluk" der, veya bazen de "gölge" der, bazen de "vehim" der. Tasavvufçuların kullandıkları bu kelimeler, ruhçuların kullandıkları "illüzyon" sözcüğü ile tamamen aynı anlama gelir, sadece jargonları farklıdır.

Peki sadece "benlik" mi bir hayaldir? Mevlana'ya göre sadece "benlik" mi yoktur? Hayır, "ben, sen" ayrımı yoktur bu adamlar için dedik ya, tüm varlık birdir. O sebeple tüm varlık "hayal"dir, tüm varlık yoktur Mevlana'ya göre. Divan-ı Kebir'den devam ediyoruz, şu tek cümleyi okuyun [25]:


Mevlana bütün varlığa illüzyon der, çünkü bütün varlık Allah'tır.

Mevlana'nın deyimiyle sen yoksun, hayvanlar yok, bitkiler yok, çünkü sadece Allah var. O sebeple bu varlıklar birer illüzyondur tasavvufa göre, çünkü sadece Allah vardır ve her şey Allah'tır.

Matrix filminin senaristi ve yönetmeni olan Wachowski Kardeşler de spiritüalisttir. Seyredenlerin kaçta kaçı fark etti artık orasını bilmiyorum ama son filmleri olan Cloud Atlas da alenen new age propagandasıdır. Cloud Atlas gibi Matrix de panteizm ve ruhçuluk öğretisini başarıyla yedirir izleyiciye. Herkes toplum içinde salak gözükmemek için Matrix'i anlamış ayağına yatar, halbuki panteizm bilinmeden Matrix anlaşılmaz. Gel bak, Matrix'in o meşhur sahnesinde neyden bahsedilir gör:


Bizim Neo, Kahin'le görüşmeye gider. İçeride kaşık büken keşiş tipli bir çocuk görür.


Neo, çocuğun kaşığı nasıl büktüğünü merak eder. Çocuk da "al kardeş ben aydınlandım, bi tur da sen dön" diye bükmesi için kaşığı Neo'ya uzatır.


Çocuk baktı ki Neo'dan bir sik olmayacak, hemen Neo'ya bir tüyo verir. Dikkatle okuyun:




Çocuk çok bilge bir edayla "Kaşığı bükmeye çalışma, gerçeği anlamaya çalış" der. Peki nedir o ulvi "gerçek"?


Kaşık yok. Yani o "gerçek"; aslında hiçbir şeyin gerçek olmadığıdır. Her şey bir illüzyon, bir yanılsamadır. Ve çocuk esas bombayı patlatır:


Neden eğdiğin kaşık değil de kendinsin? Zira bütün varlık birdir. Sen, ben, kaşık, elma, armut diye ayrı varlıklar yoktur. Vahdet-i vücud, yani varlığın birliği vardır. Panteizm işte tam olarak budur.

Mevlana, Divan-ı Kebir'de "Sen bensin, benden ibaretsin." der [26]. Tıpkı "Eğdiğin kaşık değil, kendinsin" diyen Matrix filmi gibi.

Mevlana yine Divan-ı Kebir'de "Biz benlikten, senlikten kurtulunca hepimiz bir oluyoruz" der [27]. Tıpkı spiritüalistlerin ve Matrix filminin söylediği gibi.

Matrix'in başından sonuna kadar Neo'nun tekamül (ruhani evrim) sürecini izleriz. İlk başlarda Neo toydur, fakat sonra pişer, tekamül eder ve "O" olduğunu ispat eder. Peki ne olur Neo? Nedir "O"?

Cevabı içinde gizli: Neo neyin anagramıdır? Yani N-E-O harfleriyle ne yazabilirsin?

"One", bir.

Wachowski Kardeşler, Neo ismini bu sebeple vermiştir bizim süper kahramana.

Neo, birlik olduğunu fark eder. Neo, esasen "The One"dır. Neo ile temsil edilen şey, varlığın birliğidir. Tanrı olduğunu, tüm varlık gibi her şeyin bir olduğunu idrak etmiş hesapta bilge kişidir Neo. Tasavvuf jargonuyla konuşacak olursak, varlığı Allah ile bir olmuş kişi, yani insan-ı kamildir Neo. Yok eğer Budizm diliyle konuşacaksak, benliği evren ile bir olmuş, Nirvana'ya ermiş kişidir Neo. Tüm bu mistik dinler aynı şeyi söyler, sadece jargonları farklıdır.

1200'lü yıllarda yaşayan Mevlana ile 1999 yapımı Matrix aynı şeyi söyler. İkiz Kule saldırılarından beri müslümanlara potansiyel terörist gözüyle bakılan Amerika'da, bu Mevlana nasıl bu kadar popüler olabildi sanıyorsun sen? Kuran'la zerre kadar alakası mı var zannediyorsun sen Mevlana'nın? Mevlana binlerce yıllık ruhçu öğretinin temsilcilerinden biridir güzel kardeşim. UNESCO ne sikime 2007'yi "Mevlana Yılı" ilan etti zannediyorsun sen?

Ruhçu felsefeye göre "sadece Allah vardır" ve "her şey Allah'tır". Ve yine ruhçu felsefeye göre aynı zamanda "her şey illüzyon"dur, "her şey yokluk"tur. Kısacası "Allah her şeydir" demekle "Allah yoktur" demek arasında fark yoktur.

Mevlana'nın Divan-ı Kebir'deki şu sözlerini okuyun [28]:

• Ey zavallı insan! Senin varlığın Hakk'ın varlığı önünde yoktur. Yoktan ibarettir. Sen var gibi görünen bir yoksun.
îşte bu hakîkati anlarsan şaşılıktan kurtulursun. 

Mevlana'ya göre bu gerçeği anlarsak şaşkınlıktan kurtulurmuşuz. Hakkı var, söylediği şeyin ne olduğunu tam olarak anlarsan böyle bir salaklığa inanma şaşkınlığından kurtulursun. He yok, eğer anlamazsan "Siz onların ne demek istediğini anlayamıyorsunuz cahiller, orada Allah aşkıııüüğğeee" diye ortalıkta dolanan bir denyo olur çıkarsınız. Anlamadığınız şeyi "vardır bir kerameti" diye savunursunuz. Bu lafım Mevlana seven müslümanlaraydı elbette, zira hem Kuran'a hem de Mevlana'ya inanmak felsefi açıdan mümkün değildir. Mantıksızlığın dik alasıdır. Aynı anda hem Fenerli hem Galatasaraylı olmak gibidir. Fener tribününe geçip "Ananın amı Galatasaray" diye bağırdıktan sonra, hemen Cimbom tribününe geçip bu sefer de "Sikilmiş Fenerbahçe" diye tezahürat tutmaktan farkı yoktur bu işin. He bir de neyin ne olduğunu gayet iyi bilen, saman altından su yürüten azınlık fakat etkili bir hacı-hoca sınıfı var ki, onlar bu saçmalıkları Kuran'dan üstün tutarak seçimlerini çoktan yapmış durumdalar zaten.

Peki, Kuran'a göre bu dünya bir hayal midir? Bu dünya bir illüzyon, yok efendim gölge varlık, veya yokluk mudur sufilerin iddia ettiği gibi? Kuran'dan öğrenelim:

"Biz gökleri, yeri ve bunların arasındakileri hak olarak yarattık. ..." (Hicr suresi, 85. ayetten)

"Hak olarak" yaratmak nedir? Hak nedir? Gerçektir ulan, gerçek.

Bu dünya gerçektir. Elin, ayağın, gözlerin, sokaktaki kedi gerçektir. Çektiğin acılar gerçektir. Duyduğun mutluluk gerçektir. Bunlar görelidir, kişiden kişiye farklı algılanır, fakat göreli olmaları; gerçek oldukları gerçeğini değiştirmez. Hatta sadece acı, mutluluk vb değil, objeler bile görelidir. Senin renkli gördüğün binayı bazı hayvanlar siyah-beyaz görür, renk körü farklı görür, hatta sağlıklı iki insan bile aynı binayı ufak da olsa farklı renklerle algılar (geçenlerde peydah olan herkesin farklı renkte gördüğü elbise muhabbeti de bunun güzel bir örneğidir). Hatta sen bile aynı binayı gündüz başka, akşamüstü başka, gece başka renkte algılarsın. Fakat bu görelilik, o binanın "var olduğu" gerçeğini değiştirmez.

Bir de bu ruhçu inancı sözüm ona bilimsel bir hâle getirmek için kuantum fiziğini falan kullanırlar. "Kuantuma göre madde yokmuş" diyen kılkuyruk tipler dolaşır piyasada. Kuantum "madde yoktur" diye bir şey demez güzel kardeşim, bunu sadece sikindirik bir kurstan 2 sertifika alıp bir şeylerin uzmanı olan kılkuyruk ruhçular ve "lan madem bilim adamıyım, öyleyse bu konular hakkında da ahkâm kesme hakkına sahibim" düşüncesiyle felsefe konularına giren, ama onu da eline yüzüne bulaştıran tek tük fizikçiler söyler. Bundan birkaç yüzyıl öncesine kadar her din adamının söylediğini en büyük hakikat olarak kabul eden gerizekalı atalarımızın torunları, bugün dedelerinin izinden giderek her bilim adamının söylediğini en büyük hakikat olarak kabul ettiğinden, tek tük bile olsa "madde yalaaaan" diyen kadın kuşağı programlarının vazgeçilmezi kılıklı bilmem kim doktor buldular mı bunu "bilim" diye kakalarlar millete. Durum bundan ibaret.

Ruhçular ve günümüz sufileri, maddeyi ve dünyayı reddederek materyalizme karşı olduklarını söylerler ve böylece dindar kişilere sempatik gözükmeye çalışırlar. İyi de güzel kardeşim materyalizme ne kadar zıt gidersen o derece yüce ve bilge bir kişi olmazsın, zira maddeyi yaratan da Allah'tır ve onları tıpkı Kuran'da söylediği gibi "hak olarak" yaratmıştır. Hatta Allah, cennette bile bedenli bir hayat vadeder insanlara.

Ruhçular ve sufiler, lafta kutsal kitaplara inanırlar, fakat kutsal kitapların söylediklerine daima mecazi anlamlar yüklerler. Yahudi mistikleri olan kabalacıların Tevrat'a mecazi anlam yüklemeleri gibi, Hristiyan ülkelerde yaşayan new age'cilerin İncil'e mecazi anlam yüklemeleri gibi, bizim tasavvufçular da Kuran'a mecazi anlamlar yüklerler. Bu, "ben bu kitaba inanmıyorum" demenin kurnazca bir yöntemidir. "Ben bu kitaba inanmıyorum" diyerek dindarlar tarafından dışlanmak yerine, kitabın söylediği her cümleye kendilerince bir anlam katar, kendi dinlerini kurarlar. Sufilere göre Kuran'daki cennet ve cehennem de mecazdır, zira işin sonunda Allah ile bir olmak vardır. Cehennem onlara göre kişinin Allah'tan uzaklaşması, cennet de Allah'a yakınlaşması anlamında mecazi terimlerdir. Örneğin Yunus'un şu meşhur dörtlüğünde de bunu görebilirsiniz:

Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç huri,
İsteyene ver onları,
Bana seni gerek seni.

Yüzyıllardır bize bu sufiler sempatik olarak gösterildikleri için, Yunus'un bu dörtlükte "Bana Allah'ın rızası gerek" demek istediğini düşünebilirsiniz. Fakat Yunus'un söylediği çok açıktır: "Cenneti, nimeti boşver, ben Allah ile bir olmak istiyorum",

Bizim gelenekçi hacı hoca tayfası bu sözleri "hayır, yani orada şöyle demek istiyor..." diye kıvıra kıvıra halka izah etmeye, Kuran'a uygun hale getirmeye çalışırlar. Fakat hem kendilerini, hem de insanları kandırırlar. Burada yeni bir şeyden, başka bir inançtan söz edilir. Yunus alenen Allah'ın Kuran'da vadettiği cennetin fasa fiso olduğunu, esas isteğinin Allah ile bir olmak olduğunu söyler. Allah'ın vadettiği ödül olan "nimet"i reddeder, küçümser. Böyle bir cennet; ancak küçümsedikleri ve adına "avam" dedikleri halkın (yani alt insanların) inanacağı bir yerdir. Fakat "havas" için, yani ermiş olan tasavvuf ehli bu kişiler için Kuran'da sözü edilen bu "cennet" mecazdır. Havasın Kuran'ı, Allah'ın Kurana gizlediği mecazi anlamlardadır (!). Yani Allah "alt insan"lar için yazmıştır Kuranı, "üst insan"larla iletişim kurmak için de aynı Kuran'a sembolik ve mecazi anlamlar eklemiştir. Bak sen şu Allah'ın işine!

Oysa bu iftirayı attıkları Allah, Kuran'da onları da bizi de uyarır:

"Onlardan bir zümre vardır, aslında Kitap’tan olmayan bir şeyi siz Kitap’tan sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde “Bu, Allah katındandır.” derler. Bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler." - Ali İmran 78

Okudun mu? Allah, Kuran'da nokta atışı yaparak, işte bu tasavvufçulara karşı uyarır bizleri.

Tasavvufla Kuran'ı barıştıran (!), sünnilerin en bayıldığı isimlerden olan İmam Gazali, Cevâhir’ul Kuran adlı kitabında tıpkı size anlattığım şekilde cenneti; avamın ve havasın cenneti olmak üzere ikiye ayırır. Havasın cenneti, işte Yunus'un bahsettiği, Allah ile bir olunan, Allah olunan cennettir.

Tasavvuf dinine hoşgeldiniz.

"Bana seni gerek seni"ymiş, hayırdır ne yapacan sen Allah'la? Karşılıklı sudoku mu oynayacan Allah'la? Ulan Kasparov bile santrançta rakibinin 6 hamle sonrasını tahmin edebiliyor, Allah'la ne yapacan sen söyle bakayım bana bi? He Yunus'um benim?

"Zındık, sen kim oluyorsun da dil uzatıyorsun o büyük İslam alimlerine" seslerini daha bu satırları yazarken duyar gibiyim amına koyim ehehe. Gelin gelin, senin İslam alimin uzatmış o dilin kralını, aklını başına devşir dayı, Allah'ın kitabına uy. Ha bu adamlara inanmakta özgürsün elbette, fakat inandığın şeyin Kuran'la zerre kadar alakası olmadığını bil. Onu göresin diye uğraşıyoruz burada.

Neyse, şimdi yine parçaları birleştirmek adına bizim ruhçu kitap Ramtha'ya geri dönelim. Hatırlarsanız bu Ramtha, hesapta Amerikalı bir ablanın bedeni aracılığıyla insanlara seslenen bir üst boyut varlığıydı.

Ramtha, kitabın bir bölümünde, seminerine gelen Hristiyan bir kadını cehennem inancından vazgeçirmek için diller döker. Ramtha öncelikle kadına "Tanrı'nın bir parçası olduğunu" söyler, egonun oldukça hoşuna gider bu [29]:



Tanrı'nın bir parçası olmak = Tanrı olmaktır elbette. Şimdi şu paragrafı, özellikle de altını çizdiğim cümleyi okuyun lütfen:



Öncelikle altını çizdiğim cümleyi ele alalım. Ramtha özetle der ki, sen Tanrı'sın ve Tanrı kendisini cezalandırmak için mi cehennem diye bir yer yaratacak? Tanrı kendini cezalandırır mı hiç?

Evet, gerçekten de kendi içerisinde tutarlı bir argüman bu, hayır ironi yapmıyorum, ciddiyim.

Eğer adına "insan" dediğimiz varlık aslında Tanrı'ysa, cehennem diye bir yerin olması saçmadır, çünkü bu Tanrı'nın kendini cezalandırması demek olurdu. Aynı mantıkla, eğer her şey Tanrı ise, "kötü" veya "yanlış" denilen şeyler de yoktur, her şey iyidir, her şey sadece olması gerekendir. Bunları da altını çizdiğim yerden sonraki cümlelerde söylüyor Ramtha gördüğünüz gibi. Evet her şey Tanrı ise, kötülük veya yanlışlık denilen şeyler de olamaz ve o halde Hitler'inden Cem Garipoğlu'na kadar her şey "iyi", "olması gereken", "yargılanamaz" Tanrı parçalarıdır. Bakın bu mantık örgüsü kesinlikle kendi içerisinde tutarlıdır, kimse "olur mu öyle şey ya?" diyemez, zira sen başta "her şey Tanrı'nın bir parçasıdır" demekle bunu söylemiş oldun zaten. Esas sorun felsefenin temelindedir, yani "her şeyin Tanrı olması" öğretisindedir. Temeli uyduruk olduktan sonra, üstüne istediğiniz kadar tutarlı tuğlalar ekleyin, yarattığınız şey en nihayetinde yine saçma olur. İşte bu meselenin herkesi ilgilendiren şeytani boyutu da budur: Kötüler aslında iyilerdir. Size sempatik gösterilen o Mevlana'lar, Hallaç'lar hep bu felsefeyi öğütler. Bu uyduruk kitaplar da, Matrix de... Hatta Plotinus da, anlaşılamamış (!) filozof Spinoza da ki kendisi ünlü panteistlerden biridir. Ne güzel iş lan, saçmala saçmala, sonra "insanlar bizi yanlış anladı, hayır o öyle demek istemedi". Her şey apaçık ortada güzelim, saçmalıklarınızı "anlaşılamayan ulvi gerçekler" diye bir gizem perdesiyle süsleyince söyledikleriniz doğruya dönüşecek mi sandınız siz? Ancak rol yapan, toplum içindeyken "salak gözükmeyeyim de insanlar beni beğensin" bilinçaltıyla çoğunluğa uyan gerzekleri kandırırsınız, söylediklerinizin saçmalığı ise baki kalır. Neyin ne olduğunu sana apaçık deliller göstererek anlatıyoruz, akıllı ol.

Şimdi yine pası Ramtha'dan alıp, bizim ak sakallı Mevlana'ya geçiyoruz. Ramtha "Her şey Tanrı'dır, cehennem yoktur, Tanrı kendisini niye cehenneme atsın ki?" demişti en son. Şimdi Mevlana'nın şu meşhur Mesnevi'sinde neler yumurtladığına bakıyoruz, şu 3 beyiti lütfen okuyun, burası önemli [30]:



Ruh hastası manyak herif. Allah sizin belanızı versin.

Okudunuz di mi?

Şeyh, Allah'ta yok olmuş yani Allah olmuş kişidir. Ve şeyhin ağzından çıkan söz, Allah'ın sözü olur Mevlana'ya göre, aynen bunları söyler yukarıdaki bölümde. Tüm sufiler de bunları söyler ya... Ve son satırda Mevlana bu durumu, Ramtha ile aynı şekilde açıklar: Şeyh Allah'tır, öyleyse şeyhin dua etmesi, Allah'ın dua etmesi gibidir. Şeyhin duası kabul olur, çünkü Allah kendi isteğini niye reddetsin?

Sapık kere sapıklar sizi.

Ulan bunları İslam diye millete kakaladığınız için şu an içimden size envai çeşit küfürler etmek geliyor ama kendimi frenlemem lazım, zira size en güzel cevabı yine Kuran veriyor. Şu ayeti lütfen okuyun, bu ayette Allah, Muhammed peygambere şunları söylemesini emreder:

De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insanım. İlahınızın bir tek ilah olduğu bana vahyediliyor. O halde şaşıp sendelemeden O'na yönelin ve O'ndan af dileyin. Vay haline ortak koşanların! (Fussilet suresi, 6)

Peygamberimize bile "Ben sadece sizin gibi bir insanım" denmesi emredilirken (çünkü kendisi de sadece bizim gibi bir insandır), bizim Mevlana gibi ne idüğü belirsiz sarıklı herifler Allah olduklarını ilan ediyorlar. İşte tasavvuf alçakgönüllülüğü ve tevazusuyla karşı karşıyayız. Kes sesini, sakın bana "ama orada demek istiyor ki..." diye başlayan uyduruk izahlarla gelme. Sus lan. Cümle bile kurma. Orada ne denmek istediğini gayet iyi biliyorum ki senin İslam zannettiğin bu pagan saçmalıklarının nereden geldiğini izah ediyorum sana deminden beri insan hayvanı seni. İçinde Arapça terimler geçen ezbere cevaplar verme bana adam ol. Şu kafanın içindeki sümüğümsü organını kullan biraz.

Mevlana bir şeyhtir. Şeyhler, Tanrı parçası olduklarını fark etmiş ve ermiş yüce kişilerdir, tıpkı Matrix'teki Neo gibi yani. Neo da bizim bu sufi abiler gibi hamdır, pişer ve olur. İlk başlarda testleri geçemez, bulunduğu çatıdan karşı çatıya uçmayı beceremeyip rezil olur, fakat tekamül ettikçe "O" olduğunu anlar, yükselir ve ilahlaşır.

Ve tabi ki Tanrıların bazı (!) ayrıcalıkları da vardır. Örneğin Mesnevi'deki şu hikâyeye bakalım, biraz uzun olduğu için okumanıza gerek yok, açıklayacağım anlatılanları [31]:



Mesnevi'nin bu sayfalarında anlatılan şudur: Şeyhin biri şarap içer, ardından tasavvufun yüceliğini anlamamış halktan birisi de şeyhin şarap içmesine karşı çıkar. Fakat tam da Mevlana'nın istediği sığır mürit profilinde olan başka birisi hemen olaya atlar ve özetle şunları söyler: "Sus senin ne haddine o ululara dil uzatmak. O şeyh koca bir Kızıl Deniz'dir, sense küçücük bir havuzsun. Kızıl Deniz bir şişe şarapla kirlenmez ama senin gibi bir havuz kirlenir."

Yani şeyh koca bir derya olduğu için bir şişe şarap onu kirletmez, şarap şeyhe helaldir. Ama sıradan halk, yani Mevlana'nın deyimiyle "halden habersiz" avam ise sığ ve basit insanlardır, şarap ancak onlara haramdır. Tasavvufa göre üst insanların (havas) ve alt insanların (avam) Kuran'ı farklıdır demiştim size.

Yine bir tasavvuf alçakgönüllülüğü ile karşı karşıyayız mına kodumun yerinde.

Şimdi bak güzel kardeşim, bir adam şarap içer mi? İçer. Hatta isterse o şarabın şişesini götüne de sokar. Banane. Kendi meselesidir.

Fakat bir adam, hele hele bunlar gibi İslam adı altında her boku yiyen pislikler şarap içip bir de "bu bana helaldir" derse orada sıkıntı vardır. Orada müdahale etmek, uyarmak gerekir. Zira şarap Kuran'da kesinlikle ve kesinlikle haramdır, sen eğer İslam adı altında Allahçılık oynayarak kendi kafana göre helaller haramlar koyarsan, hele hele bu pisliklerinle milletin aklını çelersen, orada sana dur derler. Şarap içen bir müslümanın kafa yapısı ancak ve ancak "günahı boynuma, Allah affetsin" olabilir, eğer "bu bana helal, içerim" diyorsa, tıpkı Kuran'da söylenen şu tipe dönüşür:

Kendi istek ve tutkularını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan suresi, 43)

Şarap içip günah olduğunu bilen, kabul eden kişi yalnızca şarap içme günahını işler ve günahkar olur. Ama bu pislikler gibi şarap içip Tanrılığını ilan ettiği için şarabın kendisine "helal" olduğunu iddia eden tipler sadece şarap içme günahını değil, aynı zamanda en büyük günah olan "şirk"i, yani Allah'a ortak koşmayı da işler. Allah'a, kendisini ortak koşar. Müritleri ise bu herifleri Allah'a ortak etmiş olur.

Eylem aynı eylemdir; şarap içmek. Fakat zihinde Allah'a karşı işlenen suç yüzünden, iki günahın boyutu çok farklıdır.

Bu tıpkı estetik olarak beğendiğin bir heykele bakmakla, aynı heykele "bu Allah'ın bir temsilidir" manası yüklemek arasındaki fark gibidir. Birinde hiç günah yoktur, biri ise en büyük günahtır, Allah'a aracılar koymaktır.

Fakat bunu "kardanadam puttur" diyen sığır oğlu sığır ilahiyatçılara anlatamazsın, zira bu adamların put anlayışı bile puttur. Kafalarındaki put imajı bile heykelden ibarettir. Oysa put esasen fikir olarak meydana gelir. Mekke müşriklerinin Allah'a aracı koyduğu putların isimleri Kuran'da söylenir, fakat bu putların heykel olup olmadıkları dahi söylenmez. Zira belki de bu putlar şimdilerin evliyaları, şeyhleri, hayali varlıkları gibi putlardı. Eğer bu putlar heykeldense bile, bu olay tamamen o heykele yüklenen anlamla ilgilidir, yani heykelin bir Tanrı parçası veya Tanrı'ya yaklaştırıcı unsur olduğunu iddia etmekle ilgilidir. Heykelin kendisi put olmak zorunda değildir. Bu dünya üzerinde yaşamış hiçbir insan bir heykel parçasına "aha bu Allah" diyecek kadar salak değildir, ancak bu Mevlana'lar gibi bir felsefe kurarak o putun Allah'ın parçası/temsili olduğuna inanırlar. İşte Kuran'da insanların uyarıldığı "Allah'a ortak koşma" suçu tam olarak budur.

İsteyen istediğine inanabilir elbette, seçim sizin. Ahirette nasıl olsa görüşeceğiz.

Şeyh, tıpkı Matrix'teki Neo gibidir, üst insandır. Hatta üst insan tanımı yetersizdir, insan bile değildir o, Tanrı'dır. Müritler ve diğerleri ise avamdır, Matrix'teki Tank ve Doser gibi henüz Tanrı olduğunu idrak edememiş alt varlıklardır, bunlar ayak işleriyle uğraşan hamallardır ve feda edilebilirler.

Mesnevi'den devam ediyoruz, isteyen tamamını, isteyen sadece çerçeve içine aldığım kısmı okusun [32]:



Mevlana burada müritlerine, "veli" adlı yüce kişilere karşı nasıl davranmaları gerektiğini tembih eder. Onların gözünü iyice korkutur, zira çerçeve içindeki bölümde de okuyacağınız üzere Allah demiş ki: "Veliler benim çocuklarım gibidir. Bu dünya gurbetinde işten güçten beridirler (muaftırlar)".

Böyle bir Kuran ayeti yok tabi ki de.

E o zaman Allah bunu nerede demiş, hangi kitaptan konuşuyorsun sen, diye soracak olursanız Mevlana'ya, kendisi zaten vahiy aldığını pek çok kez belirtmişti. Onların her sözleri Allah'ın sözüdür zaten, sorgulayamazsınız.

Mevlana gibi yüce zatlar, "keşif" veya "ilham" yoluyla Allah'tan birtakım bilgiler alırlar. "Keşif" ve "ilham" diye iki söz uydurmuştur tasavvufçular, zira "vahiy" demeleri bizim müslüman cemaatinin tepkisini çekiyordu, onlar da bu sebeple "vahiy" ile aynı anlama gelen "keşif-ilham" laflarını uydurdular. Soracak olursan "keşif" ve "ilham" ile "vahiy" arasındaki fark nedir diye, sana süslü sözlerle ve uyduruk yorumlarla bir sürü izahta bulunurlar, onların saçmalıklarını buraya yazmayacağım kafanızda gereksiz bilgi yer etmesin diye. Ama keşif veya ilham demek, bu adamların jargonunda vahiy demektir. Bu budur.

Tanrının çocukları, parçası olan Veliler, işten güçten beridirler Mevlana'ya göre. Şarap da içerler, ibadet de etmezler, onlar bizim gibi alt mahluklarla aynı kefeye konulacak varlıklar değillerdir.

Peki bu elin sarıklı sakallı, hiçbir boka derman olmayan herifleri nasıl bunları iddia ederler? Nereden alırlar bu gücü?



Tabi ki kandırdıkları sığır ve mürit sürüsünden alırlar. Tüm güçleri bu kandırılmış sığır sürüsünden gelir. Bak bu yazının altında Kuran ayetlerine zıt gitmek pahasına bu adamları savunan müslümanlar (!) göreceksin. Anla işte bu adamların nasıl böyle götleri kalkıyor, nasıl Allah'lık ilan edecek kadar ileri gidebiliyorlar.

Yasin suresinin 74. ve 75. ayetlerinde şeyh-mürit ilişkisi anlatılır:

"Kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah'tan başka ilahlar edindiler.

Oysaki, o ilahlar bunlara yardım edemezler. Tam aksine, bunlar, o ilahlara hizmet eden ordular durumundadır."

Ya son cümleyi bir daha oku lütfen: "Tam aksine, bunlar o ilahlara hizmet eden ordular durumundadır"
Uyduruk Mevlanaları, Yunusları siz yarattınız, hala da sahipleniyorsunuz. Siz onlara hizmet ediyorsunuz siz, onların size hayrı yok, hiçbir zaman da olmadı.

Ama siz yıllardır Kuran'ı anlamadığınız Arapça dilinde okursanız, hele hele bunların söylendiği Yasin suresini gidip ölülerin arkasından okunan bir ritüel aracına dönüştürürseniz (ki Yasin suresi "bu kitap diriler içindir" lafının geçtiği tek suredir, ironiye bak) gider böyle sömürülürsünüz. Ne diyim, Allah İslam'ı ve dünyayı bu müslümanlardan korusun.

Şimdi bakın Mevlana ile aynı dilden konuşan bir başkasını göstereceğim size, bu varlık bugün yüzbinlerce müride sahip. İsteyen şu video'ya baksın:


Şeyh Nazım Kıbrısi'nin vekili olan bu ulu zat (!) diyor ki: "Bir kardeşimiz soruyor, sözlerinizin hangi kitaptan olduğunu söyleyebilir misiniz, diyor. Biz burada kitaptan konuşmuyoruz ki, şu kitaptan konuşuyorum diyeyim. Allah, peygamberlerine nasıl vahyederse, velisine de ilham eder."

Şimdi buraya Mevlana öyküleri yazan Elif Şafak'ı getirin. Bu adamı görünce "ıyy" diyecektir. Sebep? Oysa Mevlana ile birebir aynı şeyi söylüyor bu adam.

Şimdi buraya Mevlana'yı sırf toplumun dayatmaları yüzünden savunan ortalama bir Türk müslümanını getirin. Bu adamı görünce "ıyy" diyecektir. E sebep? Mevlana ile aynı şeyi söylüyor bu adam.

Şimdi buraya şu spiritüalist derneklerdeki kısa boyalı saçları olan ablaları getirin. Onlar da bu adamı görünce "ıyy" diyecektir. Niye ki? Mevlana ile aynı şeyi söylemiyor mu bu adam güzel kardeşim?

Mevlana bu adamın aynısıdır, Mevlana'nın bu adamdan tek farkı daha iyi şiir yazabiliyor olmasıdır. Mevlana'nın da böyle müritleri vardır ve onlara "ben de peygamberler gibi Allah'tan ilhamla, keşifle bilgiler alıyorum" der. Sana Mevlana'nın kitaplarındaki yukarıda gösterdiğim bölümleri okumuş olman bile bunu bilmen için yeterlidir. Mevlana da aynı bu adamlar gibi "şeyhler/veliler vahiy alır" der. Mevlana o uyduruk kitaplarında "Tanrı şöyle şöyle dedi" diye yazar, fakat hiçbir kitapta yazmaz Tanrı'nın öyle dediği, zira o sözler Mevlana'ya Tanrı tarafından bildirilir!

Allah ise Kuran'da uyarır:

"Yalan düzüp Allah'a iftira eden veya kendine bir şey vahyedilmediği halde "Bana vahyedildi" diyen kişi ile, "Allah'ın ayet indirdiği gibi ben de indireceğim" diyen kimseden daha zalim kim vardır! ..." (Enam suresi 93. ayetten)

Bu şirin ve ponpon görünümlü tasavvuf öyle bir pisliktir ki kaz kaz bitiremezsin. Ama yine de kazmaya devam edeceğiz, maksat Allah'ın rızasını kazanmak. Tasavvufun 12-13. yüzyıllarda yaşamış olan bir diğer ağır topu, İbn Arabi'dir. Kendisi Endülüslüdür ve bu tasavvuf inancının şekillenmesinde en çok payı bulunanlardandır.

İbn Arabi'nin en önemli eseri "Fusüsül Hikem"dir. Fusüsül Hikem, bu Arabi denen arkadaşa verilmiştir (!). Durumu, kitabın önsözünü okuyarak İbn Arabi'nin kendisinden öğrenelim [33]:



Evet, bizim Arabi, Muhammed peygamberi rüyasında görür ve peygamberimiz bu Arabi'ye Fusüsül Hikem'i verir ve "Hadi bu ulvi gerçekleri halka anlat" der.

Bu, İsa'yı gören Pavlus'un aynısı değil midir güzel kardeşim?

Ne tesadüftür ki Arabi'nin kitabında da yine tüm varlığın bir olduğunu, Allah'ın her şey olduğunu, veliler ile sıradan halkın Kuran'larının farklı olduğunu ve daha nice saçmalıkları öğreniriz. Ki bunlar Kuran'da olmayan, hatta Kuran'ın tam tersini söylediği iddialardır. Arabi'nin dili diğerlerinden biraz daha ağırdır, ben her şeyi elimden geldiğince sade bir şekilde açıklayacağım ama yine de isteyen okusun diye fotoğrafları da ekleyeceğim. Başlıyoruz gadasını boynuma doladıklarım:

Arabi'ye göre gerçek bilgiye ulaşmanın tek yolu "keşif" ve "ilham"dır. Peygambere gelene "vahiy" dendiği için, Arabi gibi şeyh veya velilere gelene de "keşif" ve "ilham" dendiğini, bu sayede de müslüman cemaatinin "noluyo lan?" tepkisinden kıvrak bir bilek hareketiyle sıyrıldıklarını söylemiştim. Şimdi Füsusul Hikem'in şu bölümüne bir bakalım, altını çizdiğim cümleleri lütfen oku [34]:



Bu paragraf var ya, koca bir tarihin ve müslümanların içinde bulunduğu sefaletin özetidir. Nasılını anlatacağım.

Bu bölümde Arabi, Kuran'la alakası olmayan saçmalıkları dizer de dizer ve bunları "gerçek bilgi" diye kakalar. Neden? Çünkü ona göre gerçeğe ulaşmanın tek yolu "keşif" ve "ilham"dır. Akıl ve düşünce ile gerçek bilgiye hiçbir zaman ulaşılamaz. E "keşif" ve "ilham" denilen olay da sadece Arabi gibi seçilmiş kullara, yani Tanrı parçası olduğunu idrak etmiş şeyhlere nasip olduğu için, gerçeği sadece şeyhlerden öğrenebiliriz. Akıl yoluyla veya düşünce yoluyla gerçek bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Akletmek ve düşünmek boş işlerdir, ancak avamın uğraşacağı işlerdir. Veliler ise bilgiyi ilk kaynaktan, yani Allah'tan alan yüce kimselerdir.

Arabi'nin şu sayfada anlattıkları bunlardır ki aynı saçmalıkları kitabının çoğu bölümünde tekrarlar.

İbn Arabi 12-13. yüzyıllarda yaşamıştır. Mevlana ve Yunus gibi birçok ismi günümüze ulaşmış sufi de 13. yüzyılda yaşamıştır. 13. yüzyıl tasavvufun altın çağıdır. Bu tarihlerde İslam coğrafyasının her yerini dergahlar kaplayıvermiştir. Ve ne tesadüftür ki müslümanların bilimde ve üretimde dünyanın çok önünde olduğu "İslamın Altın Çağı" denilen o refah dönemleri de 13. yüzyılda biter. Sebep?

Sebebi işte yukarıdaki paçavrada yazıyor.

Akıl yoluyla, düşünceyle hiçbir şey elde edemezsin. Gerçek bilgi sadece şeyhten gelir, çünkü şeyh Allah'a bağlıdır, hatta Allah'ın vücut bulmuş halidir. Sen bu dünya işlerini bırak, gel şeyhine bağlan ve kurtul.

Müslümanların içinde bulundukları hâlin en büyük sebebi, işte bu adamlardır. Tasavvuftur.

Bu adamlar hem müslümanlarda o döneme kadar yer alan bilim yapma, araştırma, sorgulama kültürünü yıkmıştır, hem de onun yerine "şeyhe teslim olmayı" öğütleyen uyuşuk ve iğrenç bir inanç sistemi inşa etmiştir.

Müslümanlar özellikle 9-13. yüzyıllar arasında, matematikle, tıpla, astronomi ve coğrafyayla uğraşan sayısız bilim adamı çıkardılar, bu alanlarda sayısız eserler verdiler. Yani o meşhur Haçlı Seferleri boş yere olmadı, müslümanlar 13. yüzyıla kadar baya baya bir ilerideydi. Fakat ne zaman ki "bu dünya boştur, her şeyini terk et, benliğini terk et" laflarıyla milletin beynini uyuşturan bu adamlar gücü ve kudreti ellerine geçirdiler, çoğunluk üstünde söz sahibi oldular, işte o zaman müslümanlar patır patır dökülmeye başladılar. Müslümanların 13. yüzyıldan önce ve sonra çıkardığı bilim adamlarını bir mukayese edin. 13. yüzyıldan önce matematikçisi, filozofu, tıpçısı cirit atarken, 13. yüzyıldan sonra müslümanların çıkardıkları "alim"lerin birçoğu hiçbir halta merhem olmayan "din adamları"dır. Sebep? Sebebi işte bu yazıda. Uyanın güzel kardeşim, Allah rızası için uyanın. Size "mübarek" diye kakalanan adamlar şeytanın ta kendileridir. Sizin hem bu dünyanızı, hem de ahiretinizi mahvediyor bunlar. Ve sanmayın ki bunlar sadece eskide yaşamış, ölüp gitmiş heriflerdir, tabi ki ölüp gittiler fakat etkileri bugün tüm şiddetiyle devam ediyor.

Tasavvufun önemli ve etkili bir kolu olan Nakşibendiliğe girmenin 4 şartı vardır: Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk. Hey babam hey.

Yani: Bu dünyayı terk, ahireti terk, benliği terk, terk etmeyi de terk.

Sonuncusuna hastayım esas, hani terk ediyon ediyon, sonra öyle aydınlanıyosun, öyle ulvileşiyorsun ki, "lan bu ne bee" deyip terk etmeyi de terk ediyosun. Ehehe. Sırf laf anasını satayım.

Kuran'da bu dünyayı terk etmek var mıdır güzel kardeşim?

Bak bakalım Kuran'a göre ne vardır, lütfen şu ayetleri tek tek okuyun:

"Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur." (Necm 39)

"O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul!" (İnşirah 7)

Kuran, her fırsatta çalışmayı ve üretmeyi emreder. Dünyayı, çalışmayı, nimetleri terk etmeyi asla öğütlemez. Hatta Kuran'ın vadettiği cennet bile bir "nimet" yeridir, nimete sırt dönme veya Allah ile bir olma yeri değil.

Bu tarikatlar ve tasavvuf şeyhleri sürekli nafile ibadetleri emretmiş, insanlara dergaha kapanıp hababam zikir çekmeyi nasihat etmiştir. Allah'ı zikretmeyi (anmayı) emreden ayetleri de kendi sapık inançlarına alet etmişlerdir. Tasavvufa göre bu dünya boştur, dünya nimeti pistir, o sebeple sadece oturup Allah Allah diyerek nimetlerden uzak durmak, arınmak gereklidir. Peki Kuran ne der? Bak, Kuran'da cuma namazı bile (ki önemli bir namazdır) şöyle anlatılır:

"Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın! Allah'ı çok anın ki, kurtuluşa erebilesiniz." (Cumua suresi 10)

Namazını bitirir bitirmez hemen çalışmaya devam et diyor Allah. Allah'ın emrettiği hem çalışmak, hem ibadet etmektir. Allah öyle keşişler gibi çileci bir hayat çekmeyi veya dergahlara kapanıp zikirler çekmeyi emretmez. Müslümanlar ne zaman böyle bir hayat tarzına yöneldiler, zirveden dibe çöktüler. Ne zaman dünya nimetini düşman olarak gördüler, ne zaman çalışmak yerine dünyadan soyutlanmayı seçtiler, ne zaman Arabi efendinin söylediği gibi aklı ve düşünceyi küçümsediler, ne zaman bilim ve teknolojiye bu adamlar vesilesiyle düşman kesildiler, işte o zaman "kafir" dedikleri adamlar bunların sırtına bindi. Suçlu kim? Müslümanların ta kendisi.

13. yüzyıla kadar Ebu Kamil Şuca'sından tut, Biruni'sine, Battani'sinden tut Harezmi'sine saymakla bitiremeyeceğin kadar bilim adamı çıkıyor müslümanlardan. Sırf 1077-1231 yılları arasında var olan bir Türk ve Müslüman devleti olan Harzemşahlar bile patır patır bilim adamı yetiştiriyor, hatta Harzemşahların birçok şehri hem bilim, hem de sanat merkezi o yıllarda,  Ve müslüman coğrafyasındaki bu tür şehirlerin sayısı Avrupa'yla kıyaslanamayacak kadar fazla. Zira müslümanların kültüründe bilim öğrenmek, sanat icra etmek saygın mesleklerdi, takdir edilirdi. Zira Kuran ön plandaydı, Allah'ın yaratışını ve düzenini incelemeyi, çalışmayı, üretmeyi, ilim öğrenmeyi emreden ayetler bu kültürün mimarıydı. Ki yaratıcının sanatını incelemek ve bu sayede insanlara faydalı olmak, sadece müslümanların değil, Newton gibi birçok Hristiyan bilim adamının da en büyük motivasyon kaynağı olmuştur, bu çok ama çok etkili itici bir kuvvettir, asla küçümsemeyin. Fakat işte bu Arabi gibi aklı ve düşünceyi küçümseyen, Mevlana gibi her şeyi terk etmeyi öğütleyen şeyh bozuntuları çoğunluğa söz geçirmeye başlayınca, artık kültür; bilim öğrenmek yerine dergaha kapanmak oldu. Zira sufilere göre ilim öğrenmek, ancak keşif ve ilham ile mümkündü! İnsanların içindeki o büyük iman duygusu, o büyük itici kuvvet, işte böyle bir kanalizasyon çukuruna yönlendirilmiş oldu.

Arabi -ki kendisi çok etkili bir sufiydi, söylemiştik- bakın neler yumurtluyor o Fusüsul Hikem denen kahrolasıca kitabında [35]:



Arabi yine anlattığı saçmalıkları Allah'tan "keşif" yoluyla aldığını söyler. Ve düşük seviyeli kimselerin, kendilerine keşif yoluyla gelen bu bilgileri anlayamayacağını söyleyerek "cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" der. Kısacası, bu şeyh bozuntularına inanmıyorsan, sen cahilsin, zira cehaletin ve bilginliğin kriteri akıl yoluyla ilim-bilim öğrenmek değil, "keşif"tir. Arabi bu sebeple alimleri de sürekli kötüler, yerin dibine sokar, zira onlar akıl ve düşünce yoluyla bir şeyler elde etmeye çalışan düşük seviyeli kimselerdir. Devam ediyoruz [36]:




Arabi burada yine insanları havas-avam olarak ikiye ayırır. Avam sığırdır. Havas ise keşif yoluyla Allah'tan bilgi alan ulu zatlardır. Bu bilgiler sayesinde havas, Kuran'da "gizlenen" ve esas söylenmek istenen mesajı alır, düşük seviyeli avam ise Kuran'daki bu sırları anlayamaz. Bu ne demek biliyor musunuz? "Bizim Kuran'ımız başka, sizin Kuran'ınız başka" demek. Ha bu arada Kuran "apaçık bir kitap" olduğunu iddia eder ama önemli değil.

Peki Arabi'ye göre Kuran'daki sırları sadece keşif ehli bu yüce şeyhler anlıyorsa ve avamın Kuran'dan anlayabilecekleri sınırlıysa, bu başka ne anlama geliyor, bir düşün bakalım...

Bu, şu demektir güzel kardeşim: Kuran'ı okuma! Okusan da anlayamazsın, onun yerine şeyhine bağlan, zira o senin anlayamadıklarını anlıyor Kuran'dan. Sen okursan ya birazını anlayacaksın, ya da yanlış anlayacaksın, sen Arabi gibi yüce zatları dinle.

Ve bu sayede şeyhlerin doğruları müritlere öğretilir, bu öğretilenler günümüze gelenek yoluyla aktarılır ve ortaya çıkan bu şeyh, veli, zart zurt dininin adı İslam olur. Müslümanların bugünkü hali de ortadadır.

Peki Kuran'ı herkes aynı ölçüde mi anlar? Hayır, tabi ki de kimisi kimisinden fazla şey anlayabilir. Örneğin Ankebut suresinin şu ayetini bir oku:

Allah'ın berisinden veliler edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi elbette ki dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi! (Ankebut 41)

Allah, dişi karadul örümceğinin çiftleşmeden sonra eşini yemesi üzerinden bir benzetme yapar. Allan'tan başka "veli" (dost) edinenlerin durumunu, dişi karadulun ev edinmesine benzetir. Zira tıpkı o yuvada karadulun çiftini yemesi gibi, Allah'tan başka veli edinme inancı da bu insanların dünyasını ve ahiretini yer bitirir. Birkaç ayet sonra da Allah, karadul örümceği ile verdiği örnek için şu ifadeyi kullanır:

Bunlar bizim, insanlara vermekte olduğumuz örneklerdir ki ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdiremez. (Ankebut 43)

Bu karadul analojisini herkesin anlayamayacağını, bunu bilmek için "ilim sahibi" olmak gerektiğini bildiriyor Allah. İşte aynı bunun gibi, "ilim sahibi" kişiler elbette başkalarının anlayamadıklarını anlayabilir Kuran'dan. Peki bu "şeyh" veya "veli" inancına bir delil midir? Bu mana aleminde uçup kaçtığını iddia eden elemanların üst insan olduklarına bir delil midir? Bu adamların hesapta Kuran'ın esas söylemek istediklerini anlayabilen yüce varlıklar olduklarına bir delil midir? Tam tersine, bu kişilerin yalancı olduklarına bir delildir bu ayetler. Sana örnek olarak verdiğim şu ayette bile "Allah'tan başka veli edinme" inancı yerin dibine sokuluyor.

Neyse, Arabi efendiden devam edelim. Tasavvuf şeyhleri bilgiyi ilk kaynaktan, yani Allah'tan aldıkları için, onlara Kuran'ın gizli sırları, bir başka deyişle güncel versiyonları inmektedir. Yani Kuran, sıradan halkın anlaması içindir, sen esas hakikata ulaşmak için şeyhini dinlemelisin. Bak ne diyor Arabi abi [37]:



Bu Arabi'nin söylediği "Kuran, avamın akıl seviyesine göre indi, fakat ondaki gizli sırları ancak biz keşif ehli anlarız" lafının aynı anlama gelenini farklı kelimelerle günümüz ruhçuları da söyler. Onların iddiasına göre de kutsal kitaplar o dönemki insanların bilinç seviyesine göre inmiştir, fakat artık insanoğlu tekamül edip başka bir boyuta geçtiği için yeni bilgiler üst boyut varlıklarından seçilmiş kimselere iner. Tamamen aynı senaryo. Bu sufiler ile spiritüalistlerin jargonları dışında hiçbir farkları yoktur. Birinin kafası sarıklıdır, ötekinin vakslı, gerisi aynı

Arabi tüm kitabı boyunca Kuran ayetlerine mecazi anlamlar yükler, zira bunları sadece onun gibi ulu bir zat anlayabilir. Bu sayede Kuran'dan bambaşka bir kitap çıkarmış olur. Arabi'nin "ancak keşif ehli arifler anlar" dediği o sırlar ve anlamlar nedir peki? [38]



"Tek varlıktan başka varlık yoktur"

Geldik mi yine bizim meşhur panteizme. Adamlar Kuran'daki "Allah'tan başka ilah yoktur" sözünü, "Allah'tan başka varlık yoktur"a dönüştürüyorlar ve son satırda da görebileceğiniz üzere bunun sadece seçkin kişiler tarafından anlaşılabilen ulvi bir gerçek olduğu masalıyla insanlara kakalıyorlar. Bir sonraki sayfadan devam ediyoruz [39]:



Burada Arabi efendi yine arifin (gönül gözü açık kimse) kendisinde Allah'ı bulacağını, çünkü arif ile Allah'ın kimliğinin bir olduğunu, hatta aynı varlık olduklarını yumurtluyor. Ne Mevlana'dan, ne günümüz spiritüalistlerinden, ne de Hinduizm'in Upanişad'larından farklı bir şey söylüyor kendisi. Aynı terane, daha İslami bir jargonla millete yediriliyor.

Arabi'yle ilgili buraya kadar anlattıklarım genellikle müslümanların sefaletine yol açan saçmalıklarıydı. Şimdi hem müslümanların hem de insanlığın sefaletine yol açan kısmına gelelim. "Allah'tan başka varlık yoktur" öğretisinin yine nelere yol açtığını göreceğiz.

Size bir soru, eğer her şey Allah ise, öyleyse putperestlik denen olay neden yanlış olsun? Yahu adam o putta her şeyde var olan Allah'ı görüyorsa eğer, bunun nesi yanlış olabilir? Panteist/Panenteist bakış açısına ve tasavvufa göre bu tarz bir putperestlik yanlış değil, tam aksine doğru olandır. Şimdi konuyla ilgili olarak Arabi'nin Fusüsul Hikem'ine geri dönelim.

Arabi, Musa peygamberin başına gelen ve Kuran'da da anlatılan bazı olayların bize iç yüzünü (!) anlatır. Arabi'nin kaynağı o kadar sağlamdır ki, o kadar olur hacı. Arabi bu bilgileri, direkt Musa peygamberden aldığını söyler ehehe, hemen altını çizdiğim cümleye bakınız [40]:



Musa ile mana aleminde görüşen Arabi'miz, şimdi alt insanların (avam) seviyesinde inen Kuran'da anlatılmayan o ulvi hakikatleri anlatacakmış bize. Zira bunları Musa ile mana aleminde görüşüp öğrenmiş. Kitabı okurken dayanamayıp kenarına ben yazmıştım o YUH'u. Yani bakmayın burada ehehe mehehe diye anlattığıma bu konuları, bu adamların saçmalıklarını okurken az küfürler etmedim amına koyim. He bundan da şüpheniz yoktur zaten ehehe.

Neyse, Kuran'da Musa hakkında anlatılanlardan biri şudur: Musa 40 geceliğine İsrailoğullarını bırakır ve döndüğünde onları altın bir buzağı heykeline tapınırken bulur. Gerekçe ise bu altın buzağı heykelinin böğürebilmesidir. Bu böğüren altın buzağı heykelini yapan ise İsrailoğulları'ndaki Samiri adında bir elemandır.

Şimdi Arabi'nin Musa'dan aldığı bilgiler eşliğinde (ehehe) bu ayetleri nasıl yorumladığına bakalım [41]:




Musa, Samiri'ye "Ey Samiri, maksadın nedir?" diye sorar Taha suresi 95. ayette.

Her akıl fikir sahibi insanın anlayacağı üzere Musa'nın Samiri'ye bu soruyu sormasının sebebi, Samiri'nin altın bir buzağı heykelini ilah edinmesi ve insanları putperestliğe teşvik etmesidir. Fakat yukarıda da göreceğiniz üzere Arabi'ye göre Musa'nın "Maksadın ne ey Samiri?" demesinin sebebi şuymuş: "Neden bu heykeli yapmak için milletinin altınlarını topladın?". Yahu güzel kardeşim, Musa dediğimiz kişi bir peygamber ve 40 günlüğüne bıraktığı toplumunu geri döndüğünde putperest bir halde buluyor, çok da umrundaydı altınlar. Peki Arabi, neden böyle yorumlar bu ayeti? Çünkü ona göre her şey zaten Allah olduğu için, gidip de özellikle altından bir put yapıp ona "Allah" demenin manası yoktur. Tüm mesele budur! Arabi'ye göre Musa'nın kızdığı şey de budur. Yani her şey Allah zaten, neden sen gidip insanların altınlarını toplayıp özellikle bir Allah heykeli yapıyorsun?

Devam ediyoruz [42]:



Taha suresi 97. ayette görürüz ki Musa, buzağı putu yapan Samiri'ye kızar ve "Yaptığın ilahına bak" der. Fakat İbn Arabi yukarıdaki satırlarda bu ayeti şöyle deforme eder, güncel bir Türkçe'yle yazdıklarını sadeleştiriyorum: Musa, Samiri'ye kızarken bile altın buzağı heykelini kastederek "yaptığın İlah'ına bak" der, yani Musa o heykel için "ilah" ifadesini kullanır, çünkü Musa o heykelin de Allah'ın bir tecellisi (görüntüsü) olduğunu bilir. Altını çizdiğim bölümde aynen bunları söyler Arabi.

Sapık olum bu adamlar. Musa'yı bile putperest yaptı herif. Yahu Musa tabi ki de "İlah'ın" diyecek o buzağı heykeli için, zira Samiri'nin dünyasında o heykel bir ilah. Yani Kuran'da "Allah katında din İslam'dır" ifadesi de geçer, fakat Allah daha sonra Kafirun suresinde bize "Sizin dininiz size, benim dinim bana" demeyi emreder. E peki, biz tek din İslam olmasına rağmen başkalarının inancını "din" diye tanımladığımız için o dini de mi kabul etmiş olduk şimdi? Yahu geçerliliği olmasa da o da bir din, adına Speedy Gonzales diyecek halimiz yok. Aynı şekilde Musa da elbette "ilahın" der o heykele, hatta Allah bile Kuran'da "Allah'tan başka ilah yoktur" der. Böyle demekle onların da birer ilah olduklarını söylemiş olmaz Allah da, Musa da... Fakat siz kendi pagan inancınızı Kuran'a yerleştirmeye kararlı bir ruh hastasıysanız, "işte bunlar bana inen gizli hakikatler, ariflerden başkası anlayamaaaz hohooo" şeklinde yalandan bir gizem perdesiyle kıvıra kıvıra bu hale getirirsiniz ayetleri.

Birkaç sayfa sonradan devam ediyoruz [43]



Buralarda da Arabi, az önce ayetleri deforme ederken anlatmaya çalıştığı şeyleri patır patır söyler. "Kemal ehli arif", Allah'ın her şeyde olduğunu bilen kimseymiş ve bu kimselerin heykele, yıldıza, ağaca, herhangi bir varlığa "Allah" demelerinde bir sakınca yokmuş. Arabi'ye göre eğer "taklit" yoluyla bir puta Allah derseniz ha işte o yanlışmış, fakat o putta Allah'ın var olduğunu bilen ulvi bir insansanız, bunların jargonunda "kemal ehli arif" iseniz gerçek iman buymuş. Ve hatta bir sonraki sayfada göreceğiniz üzere [44]:




Eğer Allah'ın her şeyde var olduğunu bilmeyen biriyseniz siz Allah'ın cahiliymişsiniz Arabi hazretlerine göre.

Valla sırf İhlas suresi bile Allah'ın eşi, benzeri ve dengi olmadığını söyleyerek, zaten yaratıcı ve yaratılan ayrımını keskin çizgilerle yapar. Sizin Plotinus'un Sudur'undan arak "Her şey Allah" inancınızdan eser yoktur Kuran'da güzel kardeşim.

Şimdi pası Arabi'den alıp günümüzdeki bir Mevlanasever teyzeye çeviriyoruz kameralarımızı. Şu video'nun ilk dakikasını isteyen seyretsin.


Cemalnur Sargut isimli bu ablamız bir tasavvufçu/ruhçudur, çıktığı her programda "Mevlana hazretleri, aşk, sevgi, Allah, Mevlana, aşk, hazret, hatta bir daha hazret" kelimelerini shuffle'a alarak sevgi pıtırcıklığı yapar. Bu teletabi ablamız Trt 1'deki bir programda bir Hindu mabedini ziyaret edişini ve orada fil kafalı Tanrı'ya tapınan insanların yaptıklarını anlatır. Mevlana'sının izinden giden Cemalnur Sargut ablamız aynen şunları söyler yukarıdaki video'da, lütfen okuyun: "Ben böyle bir saygı, böyle bir hürmet görmedim. Sanki oradaki heykeli yıkamıyorlar da, karşılarında Allah var, Allah'ı yıkıyorlar. Şimdi bu insanların taşa tapmaları mümkün mü? Hayır. Aslında onlar o taştaki hakikate, yani her yerden tecelli eden Allah'a tapıyorlar"

Dediklerinin Arabi'den herhangi bir farkı var mı?

Bu lafları duyan programın sunucusu Gülben Ergen de sanki hayatın sırrıyla karşılaşmış gibi koca koca gözler ve "waooww" nidaları eşliğinde ufak çaplı bir aydınlanma yaşar.

Ve elbette Cemalnur ablamız bunları doğruymuş gibi pazarlayarak anlatır. Kendisi bir de video'nun başında güvenilirliğini arttırmak için Mevlana'dan bir alıntı yapar (aman ne güzel bir kaynak). "Mevlana'nın da dediği gibi tüm dinlerin özünde Ya Rab sesi vardır" diyerek, panteizmi İslam diye kakalar. Kuran'da yasak edilen, adına şirk denilen şey de tam olarak bu Cemalnur'un anlattığı şeydir işte. Yoksa hiçbir insan evladı bir taş parçasına Allah diyecek kadar gerizekalı değildir, orada hemfikiriz. Her putperest o taşın, heykelin veya x'in sembolize ettiği güce, yani Allah'a tapınır. Allah ise böyle yollara gerek duymaz, Allah'la doğrudan irtibat kurun, aracılar edinmeyin der. Kuran'da insanları bu konu hakkında defalarca uyarır. Zira hiçbir varlıkta Allah'ın tecellisi, Allah'ın bir parçası, zerresi falan yoktur. Allah yaratandır, geri kalanlar ise yaratılmıştır.

Şimdi, Cemalnur Sargut'un söyledikleri Kuran'a uygun mudur? Tabi ki hayır. Hatta Kuran, Cemalnur'un söylediklerinin tam zıttını söyler.

Peki, Cemalnur Sargut'un söyledikleri tasavvufa uygun mudur? Evet, kendisi tamamen tasavvuf inancına uygun şeyler söyler, bunlar sadece kendisinin düşünceleri falan değildir.

Cemalnur Sargut'un söylediği bu "aslında onlar taşa tapmeeyo, o taşta Allah'ın tecellisini görüp ona tapıyollaaa" sözleri Mevlana'nın ve Arabi'nin söylediklerinin tamamen aynısıdır. Tamamen.

Arabi'nin Musa ile ilgili anlattıklarıyla, Cemalnur'un bu anlattıklarını kıyaslayın, arada zerre kadar fark yoktur. Ve bu Arabi'ler, Mevlana'lar, Hallac'lar, 1000 küsür yıldır panteizmi İslam diye kakalamaktadır. Piyasada İslam diye dolaşan bu tasavvuf dininin; Hinduizm ile, Budizm ile, New Age ve Spiritüalizm ile neredeyse hiçbir farkı yoktur. Farkları sadece teferruatlardadır, fakat temel felsefeleri olan "tümtanrıcılık", yani "panteizm" aynıdır. Diğer ortak paydalarını ise yazının devamında anlatacağım inşallah ki bir kısmını laf arasında anlattım zaten.

Şimdi şu Arabi denen adama bir daha döneceğiz, ağır dilinden dolayı Arabi'yle ilgili yazdıklarım size biraz sıkıcı gelmiş olabilir ama sabredin ve okuyun, bu hayata gelmemizin bir anlamı var kaynatasız.

Hatırlarsanız Arabi efendi en son Musa'yla mana aleminde görüşüp bazı bilgiler almıştı ehehe, burdan oraya çok yazmamıştır inşallah. Arabi yine Musa'nın başından geçen bazı olayların iç yüzünü, aldığı bu bilgiler sayesinde kitabında anlatır. Hallac-ı Mansur'un Firavun'u övmesi gibi, Arabi de Firavun övücülüğü yapar. Tabi bu kimseler çok ulu zatlar oldukları için bizim beynimiz onların ne demek istediklerini algılayamaz, nöronlarımız yetmez hacı. Onlar muhakkak "öyle demek istemiyor"dur ve muhakkak biz yanlış anlıyoruzdur, ama yine de o kısıtlı zekamızla şöyle bir bakalım yüce Arabi'nin neler anlattığına [45]:



Kuran'a göre Musa, Firavun'un karşısına çıkar ve Firavun'u İslam'a, yani Allah'ın bir olduğuna inanmaya davet eder. Musa ile Firavun arasında birtakım konuşmalar gerçekleşir. Fakat Arabi'ye göre Musa ve Firavun çok bilgin kişiler oldukları için ve etraflarında da onları seyreden düşük seviyeli bir halk olduğu için, Musa ve Firavun bilerek halk dilinde konuşmuşlardır. Yani Musa ile Firavun çok başka hakikatler konuşmak istiyorlar aslında ama sığır halk da anlasın diye maalesef bazı şeyleri tam olarak söylemiyorlar, sadece ima ediyorlar. E peki Kuran da bu avamın dilinde olduğuna göre, bize Musa ile Firavun'un açık seçik konuşamadığı esas hakikatleri kim açıklayacak? Tatatataaam tabi ki Arabi hazretleri.

Arabi'ye göre Firavun da Allah'tan bir parçadır, bunu Fusüsul Hikem'in birçok bölümünde söyler [46].


Yani "her şey Allah'tır" öğretisine göre bu kaçınılmazdır zaten. Zira her şey Allah'sa eğer; adam öldüren, tecavüz eden, diktatör firavun da Allah'tır elbette.

Kuran'ın Şuara suresinin 29. ayetinde ilahlık taslayan Firavun, Musa'ya şöyle der: "Benden başka ilah edinirsen, yemin olsun seni zındanlıklar arasına atarım."

Arabi ise mana katından aldığı bilgilerle "ya firavun orda şöyle demek istedi" diyerek Kuran'ı yeniden yazar, bakınız [47]:



Bu paragrafta Arabi "bunun asıl manası şudur" diye başlar söze ve sonra alenen Kuran'ı yeniden yazar, kafasından konuşmalar uydurur Firavun ve Musa'ya. Kendisine göre Musa, Firavun'a "Varlık birdir" der ve Musa'nın Firavunu davet ettiği din "varlığın birliği" (vahdeti vücud) dinidir. Düşük seviyeli insanlar için indirilmiş olan Kuran'da söylendiği gibi "Allah birdir" demek istemez yani Musa. Musa'nın asıl demek istediği şudur: "Allah birdir ve her şey Allah'tır, dolayısıyla her şey birdir"



Ardından Arabi'ye göre Allah'ın bir parçası olan Firavun cehennemden kurtulur [48], zira Allah nasıl kendini cehenneme atsın ki? İyi okuyun şurayı iyi okuyun, binbir türlü laf kıvırmalarla adam Firavun'u cennetlik ilan ediyor, sonra da başımıza kural koyucu İslam alimi oluyor bu zerzevatlar. Arabi'nin şizofrenik hayal dünyasına göre Musa ve Firavun kendi aralarında "varlığın birliği" hususunda anlaşıyor, onları izleyen halk bunu anlamasa da, Firavun da varlığın birliğine inandığı için cehennem azabından kurtuluyor.

Oysa Kuran'da Firavun için şu denir: "Sabah-akşam, ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de şöyle denir: "Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun!"" (Mümin suresi, 46. ayet)

Tabi Arabi, binbir türlü laf kıvırmalarla ve bu ayetlerde söylenenlere mecazi anlamlar yükleyerek bu ayetleri geçersiz kılar. Zira kendisi bu ayetlerin esas söylemek istediklerini (!) bize mana katından aldığı bilgilerle aktarır. Yani Arabi'nin Fusüsul Hikem'i > Kuran.

Şimdi sevgili kaynatasızlar, insanlara bazı meseleleri soyut kavramlar üzerinden anlattığında bunun önemini yeterince idrak edemiyorlar. Ancak o söylenen olay somut bir şekilde başına geldiğinde veya soyut kavramlarla anlatmaya çalıştığınız o olayın sonuçlarını bir şekilde gözleriyle gördüğünde işin önemini fark edip tepki gösterebiliyorlar. Şimdi o sebeple, bu adamların İblis'i ve Firavun'u övmeleri ne demektir, işin ciddiyeti nedir, bunları size daha net bir şekilde anlatmam lazım.

Arabi'nin Firavun'u övmesi veya Hallac-ı Mansur'un İblis'i övmesi, öyle başına boynuzlu taç takıp, eline de üç dişli mızrak oyuncağı alarak şeytan kılığında partiye katılan Selin'in yaptığı gibi laylaylom bir mevzu değildir. Selin'in yaptığına güler geçersin veya "hay amına koduğumun salağı" dersin ama yine geçersin, fakat gelgelelim bu adamların İblis'i ve Firavun'u övmeleri  tam bir şeytanlıktır, ciddidir.

İblis ve Firavun, kötülükte en ileri giden yaratıklardandır. Yukarıda Firavun'un akıbetiyle ilgili ayeti okudunuz, Allah cehennem azabının en şiddetlisine layık görüyor Firavun'u, zira yaptığı kötülükler maksimum düzeyde. Buradan şunu anla ey gadasını aldığım: İblis'i ve Firavun'u övmek, kötülükleri övmektir. Zira İblis de Firavun da Kuran'da yaptıkları kötülüklerle anılan ve lanetlenen yaratıklardır. İblis ve Firavun bir yerde "kötülük" demektir. Bu adamların İblis'i ve Firavun'u yüceltmelerinin tek sebebi kötülükleri yüceltmek istemeleridir. Zira ruhçuluk ve tasavvuf inancına göre "kötülük" dediğimiz şey yoktur, çünkü her şey Allah'tır ve Allah zaten apriori olarak iyidir. Her şey Allah'ın bir parçasıysa bu durumda nasıl kötülük var olabilir? İşte İblis'in ve Firavun'un yaptığı ve bizim de adına "kötülük" dediğimiz bu şeyler, ruhçuluk/tasavvuf inancına göre insanların ruhani evrimine katkı sağlayan, Allah ile bir olma sürecini hızlandıran "olumlu" şeylerdir. Yani düşük seviyeli insanların (!) adına "kötülük" dediği olaylar, aslında harika olaylardır, zira sizin daha fazla acı çekerek daha fazla yücelmenizi, pişmenizi ve Tanrı ile bir olma yolunda hızlanmanızı sağlarlar.

Ramtha adlı ruhçu kitapta bu işin felsefesi gayet açık seçik anlatılır, şimdi bu sefer ekleyeceğim bölümleri okumanızı istiyorum, Ramtha'nın şu altını çizdiğim kısımda söylediklerini okuyun [49]:



Her şey gibi insan da Tanrı'nın bir parçasıdır ve dolayısıyla insan; Tanrı'dır. O halde insanın yaptığı hiçbir şey yargılanamaz. Zira insanın yaptığı her şey Tanrı'nın yaptıklarıdır. E Tanrı da kötülük yapmayacağına göre, insan da kötülük yapmaz. He ama gidip tecavüz mü eder, adam mı öldürür, çocuk mu keser, hırsızlık mı yapar, heh işte tüm bunlar insan denilen varlığın yararınadır. Size tecavüz eden bir insan, aslında sizin daha fazla çile çekip daha hızlı bir şekilde Tanrı ile bir olmanız için size "yardım" ediyordur. O sebeple Tanrı gibi insan da yargılanamaz, sınırlandırılamaz. İnsanın yaptığı işlere "suç", "günah", "kötülük" gibi sınırlayıcı isimler takılamaz, zira insanın yaptığı her şey Tanrısaldır. Hatta bu spiritüalistlerin üst boyut varlıkları, insanlara zaman zaman "yaramaz varlıklar" diye hitap ederler, yaramazlıktan kastı da insanın işlediği suçlardır işte.

Anlatabildim mi ne demekmiş İblis'i ve Firavun'u övmek, kötülükleri övmek?

Ramtha'dan devam edelim, şu ufacık kısmı da kendin okuyacaksın ki gözlerinle görüp beyninle anlayacaksın bu pisliğin ne olduğunu [50]:



**ramtha sf 226 son 1,5 buçuk paragraf--

Bir şeye "iyi" demek, onun karşısında bir de "kötü"yü yaratacağından, hiçbir şey ne iyidir ne de kötü. Her şey Tanrı'dır, her şey sadece "var olan"dır. Her şey birdir işte yahu. Siz ne diye tecavüz edip adam öldürenlere, veya yalan söyleyip insanları dolandıranlara tepki gösteriyorsunuz? Siz basit varlıklar mısınız? O tecavüz edenler, çalanlar, öldürenler var ya, Tanrı'nın bir parçasıdır ve sizleri zor olaylarla karşı karşıya bırakarak Tanrı'ya dönüşme ve bedenli insan halinizden kurtulma sürecinizi hızlandırırlar. İşte tasavvufun ve ruhçuluğun "sevgi, aşk, barış" maskeli öğretisi budur. Tabi ki "aşk"ı ve "sevgi"yi bu kadar sık kullanacaklar, çünkü onlara göre her şey sevgidir, her şey, aklına ne geliyorsa...

Adına kötülük dediğimiz (ki gerçekten de kötülük olan) bu olaylar ve çileler, tasavvufta çok kutsaldır. Zira ruhçulukla tamamen aynı mantığa sahip olan tasavvufta da çok çile çekmek; çok pişmek demektir. Çok fazla kötülüğe (aslında yardıma) maruz kalmak; Tanrı ile bir olma yolunda ilerlemektir. Şimdi Mevlana'nın Mesnevi'sinden bir hikâyeye geçiyoruz, hikaye uzun olduğu için sadece bir kısmını ekleyeceğim buraya, içeriğini ben anlatacağım [51]:


Şimdi bu çok nurlu, çok mübarek Mesnevi bölümünde anlatılan şudur: İblis bir gün gider Muaviye'yi namaza kalkması için uyandırır ve İblis ile Muaviye'nin arasında birtakım konuşmalar gerçekleşir.

Şimdi işin felsefi bölümüne devam etmeden evvel ufak bir bilgilendirme yapayım. Muaviye denilen adamın herhangi bir ruhani özelliği mi vardır ki İblis'le konuşur? Hayır, siyasetçinin biridir Muaviye. Mevlana'nın böyle Muaviye gibi belirli kitleler tarafından sevilen kişileri hikayelerinde kullanmasının tek sebebi prim yapmaktır elbette. Aynı şekilde prim yapmak için ve İslam'la alakası olmayan fikirlerini müslümanlara kakalamak için peygamberleri de aşırı şekilde över kendisi. Bu Mevlana denilen abi, tıpkı La Fontaine'in horoz ile tilkiyi konuşturması gibi, kafasından bir senaryo yazarak İblis ile Muaviye'yi konuşturur. Tabi bu bilgiler Mevlana'ya vahiy ile geldiği için, ben "kendi kafasından uydurdu" diyerek bu Allah dostuna büyük bir iftira atmış oluyorum ehehe. Müslüman görünümlü Hindular sizi.

Şimdi Mesnevi'deki bu hikayeye göre İblis gider Muaviye'yi "hadi kalk la, namaz vakti geldi" diye uyandırır. Bunun üzerine Muaviye'nin kafası karışır, "yahu sen İblis'sin, neden beni namaza kaldırıp bana iyilik yapıyorsun" diye düşünür. Fakat hikayenin sonunda göreceğimiz üzere İblis şunları der [52]:




Yani size kolaylık olsun diye en önemli cümleyi çerçeve içine alayım dedim ama aslında hepsi önemli ve hepsi rezalet. İblis'in Muaviye'yi namaza kaldırma sebebi şudur: Eğer Muaviye uykuya dalıp namazı kaçırsaydı, uyandığında namazı kaçırdığı için çok üzülüp, çok çile çekecekti. İşte Muaviye'nin çekeceği o çile var ya, namazdan bile üstün bir ibadettir. Muaviye'nin duyacağı o acı var ya, Allah ile bir olma yolunda en önemli iştir. İblis, Muaviye'yi namaza kaldırarak ve onun acı çekmesini önleyerek Muaviye'ye kötülük yapmış olur. Görüyor musun mantığı?


Yani normalde insanların çile çekmelerini sağlayıp onlara yardım eden İblis, bu sefer öyle kıskançlaşır ki, Muaviye'nin çile çekip ermesini önlemek için ona iyilik yapar, onu namaza kaldırır! Çünkü eğer Muaviye namazı kaçırsaydı çok çile çekecekti ve çile gibi namazdan üstün bir ibadeti yerine getirdiği için daha kamil bir insan olacaktı! Yani Muaviye'nin çile çekmesi, onun için namazdan bile faydalı bir iştir. Ne yolunda faydalı bir iştir? "Allah olma" yolunda elbette, bakın Allah yolunda demiyorum.

Mesnevi'deki bu saçma hikaye özetle budur. Öncelikle şunu söyleyeyim ki namaz, savaşta bile kılınması farz olan önemli bir ibadettir. Nisa suresi 101 ve 102. ayetlerde Allah, savaşta kılınacak namazı anlatır ve 101. ayette "bu durumda namazın süresini kısaltmanızda bir sakınca yoktur" der. Yani savaşta bile "namaz kılmasan da olur" gibi bir şey demiyor Allah, kısa da olsa yine de namazı kılmanı emrediyor. Bu ayetler, benim namazın önemini anlayıp kafama bazı şeyleri dank ettiren ve beni namaza başlattıran ayetler olmuştu hacı. Yani namaz kılmayıp çile çekmek, namazdan daha önemli bir ibadet şekli değildir, bu bir.

İkincisi, çile çekmek bir ibadet bile değildir. Çile ve acı çekmek, insana daima olumlu katkılar sağlayan şeyler değildir. Bu tamamen "Allah ile bir olma" öğretisine dayanan panteist/panenteist inancın bir uydurmasıdır. Kuran'a göre çekilen acılara sabretmek gerekir, fakat acı çekmenin insana bir katkısı olup olmayacağı sizin o olaydan çıkaracağınız derse ve sabrınıza bağlıdır.

Kafayı çalıştır biraz. Eğer acı çekmek, Allah ile bir olma yolunda çok faydalı bir iş olsaydı, Kuran'da şu şekilde bir dua olur muydu:

"...Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme." (Bakara 286'dan)

Kuran'da Allah, bir müslümanın bu şekilde dua etmesini istiyor, zira akıl sağlığı yerinde bir insan acıyı istemez, acı onun için kötü bir şeydir. E oysa, eğer çekilen acılar ve çileler bizim Allah ile bir olmamızı sağlayan ulvi yardımlar olsaydı, bu şekilde acıdan kaçınma isteği barındıran  dualar Kuran'da yer almazdı. Zira Allah, kulunun acıdan kaçınmasını istiyor.

Böylece tasavvuftaki bu çilecilik anlayışı da, binlerce yıllık pagan hurafelerinin arasına tescilli bir şekilde girmiş oluyor.

Şimdi, bu adamlar "acı" ve "çile"ye böyle anlamlar yüklüyor diye, elbette acının insana hiçbir şey katmadığını iddia etmiyorum. Fakat acı çekmenin insana olumlu katkı yapması; kesinlikle garanti değildir. Üzerinden ders çıkarılmamış her acı boşadır.

Benim kanaatimce acı, iyileri daha iyi, kötüleriyse daha kötü yapan bir katalizördür. Yani acı çekmek, Allah ile bir olma yolunda değil, hak edenin hak ettiğine kavuşması yolunda bir hızlandırıcıdır. Şimdi size durumu somut ve yaşanmış bir örnek üzerinden anlatayım, dinle burayı.

Viktor Frankl, 2. Dünya Savaşı döneminde nazi kamplarında işkence görmüş bir yahudidir ve aynı zamanda psikiyatristtir. İnsanın Anlam Arayışı adında bir de kitabı vardır, kitapta başından geçenleri ve Nazi kampında yaşadıklarından yola çıkarak geliştirdiği psikoterapi yöntemini anlatır. Victor Frankl herhalde bir insanın bu dünyada yaşayabileceği en büyük acıları ve eziyetleri çeker. Karısı ve çocukları öldürülür, arkadaşları gözü önünde öldürülür veya tecavüze uğrar, kendisi türlü işkencelere uğrar, bir deri bir kemik kalmasına rağmen yıllarca ağır amele işleri yapar vs. Bak vesaire deyip geçiyorum ama şu arasına virgül koyarak söylediğim şeylerden bir tanesinin bile insanın başına gelmesi felaket amına koyim. Bu adamın o kampta yaşadığı hayat "doğal seleksiyon"un Naziler tarafından insan eliyle hızlandırılarak uygulanmış halidir. Yani sadece en güçlüleri ve sabırlıları, bir başka deyişle "en uygunları" hayatta bırakmaya yönelik bir sistemin içinde yaşar Victor Frankl. Gelgelelim kendisi bir şekilde savaşın sonuna kadar hayatta kalmayı başarır. Savaşın bittiği ve Nazilerin kaybettiği, kamptaki yahudilere duyurulur, bunlar da sevinir falan. Kamptan çıkarlar, kurtulmuşlardır ve karşılarına çıkacak ilk şehre kadar yürümeleri gerekir. Bizim Frankl, kamptaki bir yahudi arkadaşıyla beraber yürür. Bir tarlanın içinden geçmek zorundadırlar. Frankl tarladaki ekinleri çiğnememek için titizlik gösterir ama diğer arkadaşı hatır hutur basar tarladaki ekinlere. Frankl arkadaşını uyarır, niye milletin malına zarar veriyorsun olum der, arkadaşı da şu minvalde bir cevap verir "ulan yıllarca amımıza koydular bizim, sikerim tarlasını da sebzesini de, basar geçerim tabi ki"

Frankl buradan yola çıkarak, bir insanın acılar çekmiş olmasının, ona ekstradan herhangi bir hak veya üstünlük vermeyeceğini söyler. Ve kitabında, bu durumun insanlar için büyük sorunlara yol açabileceğini söyler. Yani adam daha İsrail Devleti henüz kurulmamışken şu psikolojinin teşhisini koyuyor:


Burada bir grup İsrail vatandaşı, bombalanan Gazze şehrini seyreder. Seyrederken alkışlarlar, sevinirler. Alkışlayıp sevindikleri şey ise, "kendilerinden başka" insanların kafalarına bombalar yağdırılmasıdır.

Bu psikolojinin altında elbette geçmişte çekilen acılar ve çileler vardır. Fakat bu yaşanmış çileler onlara böyle bir hak ve üstünlük verir mi, elbette vermez.

Şimdi de Frankl'ı ve Tarladaki ekinleri çiğneyen arkadaşını karşılaştıralım. Her ikisi de çok büyük çileler çekiyorlar. Acıları bittiğinde ise birisi tarladaki ekinlere basmıyor, yaşadıkları üzerine düşünüyor, çektiği acıların vesilesiyle logoterapi yöntemini geliştirerek insanlara faydalı olmak için uğraşıyor. Diğeri ise kendini her türlü ihtiyacın üstünde görerek tarladaki ekinlere basıyor ve böyle bir hakka sahip olduğunu iddia ediyor, bu üstün görme ihtiyacının tek sebebi ise yaşamış olduğu acılar.

Yaşanan acılar aynı, fakat bu acılar bir insanı daha iyi yaparken, birini daha kötü yapıyor. Elbette sırf tarladaki üç beş tane patlıcana bastı diye kötü biri demiyorum bu adama, fakat böyle bir kafa yapısına sahip olduğu için kötü birine dönüşmesi kaçınılmaz. Tarladaki sebzelere basması, sadece çektiği acılar sonunda ulaştığı kafa yapısının bir sembolü, bir göstergesi, bir özeti. İşte yukarıdaki fotoğrafın özeti lan o tarladaki sebzeleri çiğnemek. Frankl için de aynısı geçerli, onun da tarladaki o sebzelere basmamasıyla, kamptan kurtulduktan sonra insanlık adına yaptıkları paralel, zira daha o tarlada gösterdiği hassasiyet bile, onun da çektiği acılardan çıkardığı dersler sonucunda ulaştığı kafa yapısının bir özeti.

Yani acı, iyi bir insanın daha iyi olmasına vesile olabilirken, kötü birisinin daha kötü olmasına yol açabilir. Acı dediğimiz şey, içinizdekini daha kolay ve daha hızlı ortaya dökmenizi sağlayan bir katalizördür.

İnsanlar çektikleri acılara büyük anlamlar yüklemek isterler, çünkü canları yanar, bu yüzden o acı mutlaka çok önemli olmak zorundadır. Fakat üzerinden ders çıkarılmamış her acı, boşa yaşanmıştır. Ne kadar canın yanarsa yansın, ne kadar amına koyulursa koyulsun, eğer sen eşşeksen (iki ş ile) acı çekmiş olman sana hiçbir sik katmaz

Hiçbir insan kolay kolay "ben daha üstünüm" demez, belki sinirlendiğinde yada alkollüyken ağzından kaçırır. Ama ağzıyla demese bile kendisini sırf yaşadığı acılar yüzünden daha üstün gördüğü her lafından, her davranışından, her yaptığı işten belli olur. Hani bazı kadınlar "ben para için şunu şunu yapacak bir insan mıyım?" derler de, sonra aynen para için şunu şunu yaparlar ya, ve sen bunu ona asla ağzıyla söylettiremezsin ya, o hesap işte.

Çilecilik (asketizm), tam bir hurafedir. Tasavvufu İslam zanneden kültürümüzde de acı çekmenin önemli bir yeri vardır. Acı çekmiş olman asla senin herhangi bir şekilde daha üstün olduğun veya bir şeyleri aştığın anlamına gelmez. Hele hele tasavvuftaki bu acı da zaten kendi elinle kendine uyguladığın bir acıdır, yani başına gelmediği halde zorla sen başına getirirsin acıyı Tanrı'yla bir olmak için. Daha iyi şartlarda yaşama imkânın varken gider bir hırka bir lokma sufi hayatı yaşarsın, ne bileyim dergâha odun taşırsın, odalara kapanıp çileci bir hayat yaşarsın, sonra bunların sana bir şey kattığını iddia edersin. Sen malsın canım arkadaşım benim, malsın sen.

Şimdi gelelim işin daha alengirli boyutuna. Bu Arabi'lerin, Mevlana'ların, kısacası bizim tasavvufçuların, günümüz spiritüalistlerinden farklı bir şey demedikleri ortada. Ben sana örnek olarak Ramtha ve Ra Bilgileri adlı spiritüalist kitapları sundum, karşılaştırdım. Aynı şeyden bahsettiklerini, aynı öğretiye sahip olduklarını gözlerinle gördün. İstediğin spiritüalist kitabı al, yanına da istediğin tasavvufçunun kitabını koy, durum yine değişmeyecek. Üç beş tana kılkuyruk yorum farkı dışında, yine hep aynı felsefeye sahip olduklarını göreceksin.

Tıpkı Mevlana ve Arabi gibi her şeyin bir olduğunu ve her şeyin Allah olduğunu, maddenin illüzyon olduğunu, ben denilen şeyin olmadığını, Allah dışında hiçbir varlık olmadığını öğütleyen Ra Bilgileri adlı kitabın kapağını göstereyim size [53]:



Tanıdık geldi di mi ehehe. Bu kitabın ne ismi ne de kapağı tesadüfidir, hepsini elimden geldiğince açıklayacağım.

Adına Illuminati dediğimiz oluşum panteist ve spiritüalisttir. Öğretisi budur. Her Horus'un gözü sembolünün kullanıldığı kitap veya şirketin; Illuminati ile, Rockefeller ve Rothschild aileleri ile illaki fiziksel bir bağı yoktur. Yani bu kitabın yazarlarının veya yayınevinin, bizim bir doların üzerine mühürlerini basan banker çetesiyle bir bağı olup olmadığını Allah bilir. Ve bunun pek de bir önemi yoktur. Zira aralarında gerçekten bir bağ olsa da olmasa da, aynı öğretiyi pompalarlar. Amaçları aynıdır. İnançları aynıdır. Ki birçoğunun da zaten Rockefeller'ın ve Rothschild'in vakıflarıyla direkt olarak bağı vardır, ama tutup da bizim Harun Kolçak'a Lady Gaga muamelesi yapmayın diye söylüyorum bunları. Heh dur lan, aslında Harun Kolçak ve Lady Gaga meseleyi anlatmak için güzel örnekler oldu, buradan devam edeyim. Lady Gaga'yı 3-4 sene evvel yazdım, tüm dünyaya yedirilen laboratuvar üretimi dejenere bir kukladır, küresel sermaye desteklidir. Bu Jay-Z falan da öyledir, adamın plak şirketinin adı bile Rocafella Records'tur hatta. Fakat her klibinde ruhçu semboller kullanan şarkıcı da böyle bir destek alıyor değildir, misal bizim Harun Kolçak kendi halinde bir spiritüalisttir, adamın inancı budur, ne diyeceksin ki? İyi bir şey yaptığına inanır, öyle Rockefeller'la zartla zurtla bir bağı da yoktur anasını satayım, ama o da bu adamlarla aynı nanelere inanır. Varlığın bir olduğuna, üst boyut varlıklarının insanlara yardım ettiğine, hayatın amacının tekamül ve Tanrı ile bir olmak olduğuna inanır. Şşşt la Harun, muhtemelen okuyacaksın bu yazıyı, gel dön bu işlerden diyecem sana ama inancında çok ilerlemiş ruhçuların kulaklarını bu laflara nasıl tıkadıklarını iyi biliyorum. Sen bilirsin dayı, bana düşen uyarmaktan fazlası değil.

Veya size şimdi şöyle bir örnek vereyim. Günümüzde hala yaşamakta olan Alex Grey adında bir ressam vardır ve bu abi sanatında harbiden çok kabiliyetlidir. Kendisi aynı zamanda spiritüalisttir. Kendi internet sayfasını göstereyim size [54]:


Kendisinin spiritüalist olduğunu söylemiştim, internet sayfasındaki bu spiritüalist semboller de gayet doğal. Alex Grey'in "Chapel of Sacred Mirrors" adında spiritüalist bir kilisesi ve buraya iştirak eden takipçileri vardır. Şimdi yine aynı meseleye geldik, bu elemanın da bizim küresel sermaye ile bir bağı var mıdır bilinmez, elimde delil yok. Gerçi öyle kilise kurmak falan kolay işler değil ama yine de boşver, bunun peşine düşmek gereksiz, zira dediğim gibi öğretileri aynı olduktan sonra bunun hiçbir önemi yok. ABD'de bu işin (spiritüalizmin yani) okulları vardır. Bu adamlar 20. yüzyılın başlarında spiritüalizmi modern dünyaya gayet güzel uyarladılar, eski öğretileri yeni bir lisanla gayet güzel pazarladılar. Böyle bir öğretiyi pompaladıktan sonra da, bunun bir sürü inanırı türedi dünya çapında. Hangisi direkt Illuminati bağlantılıdır, hangisi değildir, buunn peşine düşmek anlamsız, zira hepsi aynı kapıya çıkıyor.

Şimdi bu kendi kilisesi olan spiritüalist ressam Alex Grey'in 2013'te attığı bir tweet'i göstereyim size:


Kendisi bizim Arabi hakkında yazılmış bir kitabı tavsiye ediyor takipçilerine. Dur dur, devam ediyorum.

Veya blog'undaki bir röportajda yine Arabi'yi sevip okuduğunu söylüyor:


Veya sitesindeki şu habere bakalım şimdi de:



Alex Grey, eşiyle beraber spiritüalist kilisesinde seminerler verir. Sitesindeki bu haberde göreceğiniz üzere seminerlerinde tasavvufun da öğretildiğini söylüyor. (Tasavvufun İngilizcesi "sufism"dir)

Tasavvufun yanısıra Budizm, Hinduizm gibi diğer mistik dinlerin de eğitimini veriyor kendisi.

Neden mi? Yahu yazının başından beri anlatıyorum işte sana, tasavvuf tıpkı Kabalizm gibi, Hinduizm ve Budizm gibi mistik bir dindir. Onlarla aynı şeyi söyler. Varlığın bir olduğu ve her şeyin Allah olduğu inancına dayalıdır. Tasavvuf, spiritüalizmdir güzel kardeşim. Spiritüalizmin İslam'a göre uydurulmuş halidir tasavvuf. Spiritüalizmin; Mevlana'lar ve bilimum şahıslar tarafından binbir türlü laf kıvırmayla, Kuran ayetlerine mecazi ve uyduruk anlamlar yüklenilerek müslümanlara yedirilmiş halidir tasavvuf. İslam'la zerre kadar alakası yoktur.

Eloğlu da bu durumun gayet farkındadır, Mevlana'dır, Arabi'dir, bunlar spiritüalistler tarafından pek sevilir. Mevlana'nın ABD'de bu kadar popüler olmasının sebebini ne zannediyorsunuz siz? Mevlana'yı sevmeyen bir spiritüalist yoktur, varsa da henüz Mevlana'yı tanımıyordur. Çünkü Mevlana spiritüalisttir. Peki neden bu Mevlana bizim kültürümüzde yer edinmiştir? Neden Mevlana'yı hala hacı hocalar, ilahiyatçı tayfa falan pek sever, sürekli över? Neden Mevlana hala müslümanmış gibi, İslam'ın sevgi pıtırcığı yüzüymüş gibi kabul edilir? Çünkü insanlara böyle olduğu öğretildi. Gerçek olmasa bile dogmatik bir şekilde böyle öğretildi ve böyle gidiyor. Hiçbir rasyonel tarafı yok.

Bizim ilahiyatçılar veya imamlar, kendilerine çocukken çevresi tarafından öğretilenin en doğru olduğu inancına sahip oldukları için Mevlana'ya toz kondurmazlar. Halbuki inandıklarını iddia ettikleri kitap, yani Kuran, Mevlana'nın ve bilimum tasavvufçunun dediklerinin tam tersini söyler.

Ulan bu nasıl bir ikiyüzlülüktür? Siz hiç mi sevdiğiniz, peşine düştüğünüz adamın ne yazdığına bakmazsınız, arada açıp okumazsınız. Toplumun büyük çoğunluğu sırf cehaletinden veya imajı yüzünden, Mevlana gibi hesapta sevgi pıtırcığı tasavvufçuların peşine düşer, onlara bu ayet gelsin: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! ..." (İsra 36'dan)

Bu ilahiyatçı ve gelenekçi müslüman tayfanın bir kısmı da, neyin ne olduğunu gayet iyi bilir ama kabul edemez! Mevlana'nın söylediklerini sürekli İslam'a yontmaya çalışır. Bir Ahmet, bir Mehmet söylese "ya olur mu öyle şey" diyeceği sözün Mevlana tarafından söylendiğini görünce "ya vardır bir kerameti, öyle demek istemiyordur" düşüncesiyle ıkınır da ıkınır, İslami hale getirmeye çalışır Mevlana'nın söylediklerini. Kendi vicdanına da sığmaz, çeliştiğini gözleriyle görür ama yine de putuna sahip çıkmak için kıvranır. Yukarıda Mevlana'nın Kuran'la çelişen pek çok öğretisini gösterdim size, daha da göstereceğim. Buna rağmen ona çocukluğunda öğretilen veya yıllardır doğru olduğunu zannettiği saçmalıklar, Allah'ın indirdiğinden üstün gelir. Putunu kırmaya bir türlü cesaret edemez. Tıpkı 600'lü yıllardaki Mekkeli müşriklerin yaptığı gibi... Onlar da Allah'a inanmalarına rağmen, hiçbir delili olmayan inançlarını, o gelenek dinlerini büyük bir imanla savundular. Günümüz tasavvufçuları ve tasavvuf sempatizanı müslümanları (!) da aynen bu durumdadır işte. Onlara da bu ayet gelsin: "Onlardan bir zümre vardır, aslında Kitap’tan olmayan bir şeyi siz Kitap’tan sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde “Bu, Allah katındandır.” derler. Bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler." (Ali İmran 78)

Yine bir kısım ilahiyatçı veya imam veya din adamı -adına her ne dersen ne- kesim vardır ki, bunlar da tasavvufun ne olduğunu hem bilir, hem de kabul eder ama dışlanma korkusuyla dile getiremez. İşimden olurum, cemaatimden olurum, toplum tarafından dışlanırım korkusuyla, toplumun büyük çoğunluğunun bilmeden sevdiği tasavvufa karşı gelmeye cesaret edemez, onlara da bu ayet gelsin: "İbrahim dedi: "Şu bir gerçek ki, siz dünya hayatında aranızda sevgi oluşturmak için Allah'ın berisinden putlar edindiniz. Sonra, kıyamet gününde birbirinizi tanımaz olacaksınız, bazınız bazınıza lanet edecek. Hepinizin varacağı yer cehennemdir; hiçbir yardımcınız da olmayacaktır." (Ankebut 25)

Bak dayı, ben çok şükür müslüman adamım. Bu yazıyı da kendim için yazıyorum. Bildiklerimi sana söylüyorum ve seni uyarıyorum ki, ahirette Allah'ın karşısına bomboş çıkmayayım, en azından "şunu, şunu yaptım" diyebileyim... Yani kendi çıkarımı düşünüyorum. O yüzden, sen de akıllı davran ve kendi çıkarını düşün. İş banka kuyruğunda öne geçmek olunca binbir türlü şark kurnazlığına kafan basar da, iş nihai çıkarına gelince neden hiç çalıştırmazsın o kafayı? Neyin ne olduğunu gör, berrak bir kafayla düşün şu meselenin üstünde.

Bu yazıda ben hem müslümanlara, hem de her inançtan adama seslenmeye çalışıyorum. Sadece bir müslümanın değil, bir ateistin, deistin veya müslüman olmayan herhangi birinin de tasavvufa veya spiritüalizme inanmasını istemem, zira yazının ilerleyen kesimlerinde daha net göreceğiniz üzere "her şey Tanrı/Evren ile bir olma uğrunda" olduğu için, ortada "kötülük" diye bir kavram bırakmaz tasavvuf ve ruhçuluk. Kendi çıkarını düşünen bir insan evladı olarak daha iyi bir toplumda yaşamak istediğim için de, kimsenin bu tasavvuf veya spiritüalizm saçmalıklarına inanmasını, inancında ileri gitmesini istemem. Fakat yine de şunu söyleyebilirim size, müslüman olmayan birisinin tasavvufa ve spiritüalizme inanması kendi içerisinde tutarlıdır. Bir tutarlılık vardır inancında. Zaten ateist olmasına rağmen konu Mevlana olunca "oo, ne haddimize onun hakkında konuşmak" diyen insanlar tanıdım ve bunu gayet doğal karşıladım, zira adam anlamış Mevlana'nın ne dediğini. Kendi tercihidir der geçerim. Fakat bir müslümanın tasavvufa inanması, Mevlana'yı sevmesi, neresinden tutarsan tut elinde kalır. Neresinden bakarsan bak tutarsızdır. Neresinden bakarsan bak saçmalıktır. Birbiriyle çelişen şeylere aynı anda inanılmaz güzel kardeşim. Aklını işleten ve tarafsız olabilen her insan da, tasavvuf ve İslam'ın birbiriyle alakası olmadığını kabul edecektir zaten. Yani konu müslümanların tasavvufa inanması olunca iş iki boyut kazanmış oluyor: 1- Kötü bir şeye inanıyorlar 2- Birlikte doğru kabul edilmesi mümkün olmayan zıt şeylere inanıyorlar.

Umarım anlıyorsunuzdur mevzuyu. Yani kapağında Horus'un Gözü sembolü olan Ra Bilgileri adlı kitap der ki [55]:


"Her şey birdir"

E bizim İbn Arabi de Fusüsul Hikem'inde der ki [56]:



"Tek varlıktan başka varlık yoktur"

E tabi ki de spiritüalistler Arabi'yi severler, çünkü onlarla aynı şeyi söylemiştir bu herif ve bu panteist inanışı müslümanlara da bir güzel kakalamıştır. Kuran'da "Allah'tan başka ilah yoktur" şeklinde söylenen tevhid inancını, "Allah'tan başka VARLIK yoktur" diyerek değiştirmiştir tasavvufçular.

Arabi, daha önce anlattığım gibi birtakım bilgileri mana katında yükselerek Allah'tan aldığını iddia eder. Sadece Arabi değil, tüm veliler bu özelliğe sahiptir tasavvuf inancına göre. Mesela Arabi, şu gizli hakikatleri de Allah'tan öğrenmiştir [57]:


Süleyman Peygamber'in mertebesini sadece Arabi gibi üst boyut varlıkları/ulu zatlar bilebilir, bu hakikatler herkese anlatılmaz, çünkü her önüne gelen bunları idrak edebilecek seviyede üstün varlıklar değildir. Hatta kitabın çevirmeni de bir başka sufinin şöyle bir lafını dipnot verir buraya [58]:



Yani bu "vahdet-i vücud" sırlarını bilmek herkesin harcı değildir, Süleyman Peygamber bu vahdeti vücudu biliyordu, Süleyman'ın inandığı din, tasavvuf diniydi. Ama Süleyman da, tıpkı bu veliler gibi, herkes bu sırrı anlayamaz diye bu sırları gizledi.

Kuran'da böyle bilgiler var mıdır? Elbette hayır. Kuran'da kendi inançlarına dair bu tür saçmalıkların olmayışını da şöyle açıklar tasavvufçular: Kuran alt insanların anlayış kapasitesindedir, ancak veli gibi ulu kişiler gizli hakikatleri Allah'tan öğrenebilme kapasitesine sahiptir.

Peki kapağında Horus'un Gözü olan Ra Bilgileri'nin senaryosu nedir? Ra Bilgileri adlı kitap, bir grup spiritüalistin toplanarak yaptıkları celse seanslarından oluşur. Yani bir grup eleman bir odaya girerler, bir de medyum vardır aralarında, üst boyut varlığı bu medyumun bedeni vasıtasıyla bu insanlarla konuşur. Bunları kitabın kendisi anlatıyor gayet, sır değil olum bunlar bak [59]:



Yani Ra adlı ne idüğü belirsiz üst boyut varlığı, biz basit insanların bilmediği hakikatleri bilir ve o hakikat de tüm varlığın bir olduğu hakikatidir. Ra adlı üst boyut varlığı, medyum vasıtasıyla insanlara birtakım hakikatleri açıklar ama yine de insanların anlayabileceği kadarını anlatır, her şeyi anlatmaz, anlatsa da insan denilen düşük boyutlu varlık anlamaz. Tıpkı Arabi gibi şeyhlerin her hakikati bilmeleri ama müritlerine ve insanlara her şeyi anlatmamaları, çünkü anlatmaya kalksalar bile düşük seviyeli avamın bunu anlamayacak olması gibi! Tamamen aynı mantığa sahiptir günümüz spiritüalizmi ile tasavvuf, sadece paketleri farklıdır. Birinde veli vardır, şeyh vardır, gavs vardır, diğerinde üst boyut varlığı vardır, ışık varlığı vardır. İnsanların kanına girmek için kullandıkları kılıf ise hep aynıdır: Sevgi.

Interstellar filminde de üst boyuttaki sevgi dolu varlıklar safsatası izleyiciye bir güzel kakalanır. Annenin oğluna köftenin arasına katarak yedirdiği antibiyotik misali, o kadar bilimsel teorinin arasına bir güzel spiritüalizm hurafelerini de gömer Christopher Nolan abimiz. Sahte bilim, yani gavurun deyimiyle pseudo-science yapar. Filmde tam dünya kaynakları tükenmek üzereyken, insanların başka bir galaksiye geçiş yapabilmelerine olanak sağlayan bir solucan deliği oluşur dünyanın yakınlarında. Ve herkes hemen bunu, insanlara yardım etmeye çalışan ulvi, sevgi dolu üst boyut varlıklarının kerametine bağlar. Filmdeki "başka boyutlarla iletişim kurmanın tek yolu sevgidir" teması da yine spiritüalizm öğretisidir. Etkileyicidir, zira duygusal bir mevzudur, ama hurafedir.

Spiritüalizm popüler kültür üzerinde sandığınızdan çok daha fazla etkilidir. Bir kitapçıya girip kitapları az kurcalayın, eğer konuya hakimseniz, durumu kendiniz göreceksiniz zaten.

Daha önceki yazılarımda Ashtar adlı bir spiritüalist oluşumdan bahsetmiştim. Ashtar, insanlığa yardım eden bir üst boyut varlığıdır, inanırlarına varlığın bir olduğunu ve her şeyin Allah olduğunu öğütler. Ashtar'ın yakın gelecekte uzay gemileriyle beraber insanoğluna yardım edeceğine inanan bir grup manyaktır bu elemanlar. Ashtar inanırlarının internet sayfasından bir görüntü vereyim size [60]:


"Rumi" dedikleri bizim Mevlana Celaleddin Rumi'dir işte, yaban ellerde Rumi derler kendisine daha çok. Ashtar adlı spiritüalist ekip birçok yerde Mevlana şiirleri ve Mevlana sözleri paylaşır, sayfanın birçok yerinde vardır tasavvufçuların ve Mevlana'nın öğretileri. Neden? E onlarla aynı şeyi söylüyor çünkü Mevlana, sadece jargonu farklıydı, müslümanları keklemek için daha değişik bir dille anlattı olayları ama öğrettikleri temelde hep aynıydı.

Bunları size gözlem sahibi olun, kim neye neden inanır bunları görün diye gösteriyorum. Bu adamların Mevlana sevgisi tamamen tutarlıdır, bilinçlidir, zira Mevlana'nın ne dediğini anlamışlardır. Müslümanların Mevlana sevgisi ise tutarsızdır, bilinçsizdir, Müslümanlar, Mevlana'nın söylediği pagan saçmalıklarını "ya orada öyle demek istemiyo" şeklinde kıvırıp Kuran'a uygun hale getirmeye çalışarak hem kendilerini, hem de milleti kandırırlar. Bak mesela psikopat olduğum için İngiltere'deki bir grup tasavvufçunun internet sayfasını buldum [61]:


İngiltere'deki bu tasavvufçu grup Nakşibendilik, Kadiriye vs gibi tasavvuf tarikatlerinin öğretilerini anlatır müritlerine. Sitede bu gruba katılan müritlerin anlattıklarına da yer veriliyor, müridin biri dahil olduğu bu grubu öve öve bitiremiyor ve şunları söylüyor:


Mürit eleman bu gruba girmeden önce ABD'deki başka tasavvufçu ve New Age'ci gruplara da katıldığını söylüyor. Eh eleman arayış halinde, bunu gerçekten takdir ediyorum ama olayı çok yanlış yerlerde araması ve bu New Age tarikatlerinin çoğalarak bu tür sorgulayan insanları kapıyor olması beni sinir ediyor tabi ki. Neyse, bu çocuğun lafı getirdiği yer şu oluyor: "Tasavvuf bu New Age safsatalarıyla çok iç içe geçmiş halde, ben New Age'in uydurma olduğunu biliyorum ama gerçek tasavvuf böyle değil". Yani çocuk lafı, şu an dahil olduğu tasavvufçu grubun doğru yolda olduğuna getirmeye çalışıyor.

Bu her spiritüalistin uydurmasıdır. Spiritüalistler bir şekilde kötü şöhretinden dolayı New Age'e veya spiritüalizme karşı olduklarını söyleyip, yine New Age ve spiritüalizm safsatalarını gömerler takipçilerine. Yani, lafta karşı olduklarını söyledikleri fikirin tüm öğretilerini bir güzel yedirirler müritlerine. Bu yöntemi Türkiye'deki ruhçular da uygular, o sebeple işin felsefesini öğrenmeniz şart ki bu tür aptal laf oyunlarıyla kandırılmayasınız.

Neyse, yukarıda çerçeve içinde aldığım bölüme bakarsanız eğer, bu mürit eleman dahil olduğu tasavvufi cemaatlerde "Tasavvufun İslami olamayacak kadar iyi bir şey" olduğunu görüyor! ABD'deki ve Türkiye'de de 20 küsür yıldır patır patır çoğalmaya başlayan ruhçu/tasavvufçu derneklerde de zaten açık açık tasavvufun İslam'dan bağımsız olduğu, tasavvufun (spiritüalizmin) çok daha üstün bir yol olduğu söylenir. En azından bizim hacı hocalarınkinden daha açık sözlü bir tavırdır bu, o açıdan takdir ediyorum.

Gelgelelim bu mürit arkadaş yazısının devamında da şu minvalde şeyler söylüyor: "Bazı kimseler tasavvufu new age haline getirdiler, ama ben bu dergah sayesinde doğru yolu buldum, şu an gerçek tasavvuf sayesinde Kuran'ı daha iyi anlıyorum"

Size ben tasavvufun kaynağını da gösterdim bu yazıda, yani Hallac-ı Mansur'ların, Arabi'lerin, Mevlana'ların ne dediğini de gördünüz. Gerçek tasavvuf dediğin şey zaten işte bu New Age'dir, spiritüalizmdir, bunun "gerçek tasavvuf öyle değil hüğoooo" yapılacak bir tarafı yok sevgili kendini kandıran arkadaşım. Tasavvufun kaynağında vardır her şeyin Allah olduğu inancı, bu tasavvufun daha kaynağında vardır İblis'in çok asil bir varlık olduğu inancı, bu tasavvufun daha kaynağında vardır "kötülük" diye bir şeyin olmadığı çünkü her şeyin Allah'ın bir parçası olduğu öğretisi. Ulan tasavvufun kendisi zaten "Allah ile bir olma yolculuğu"dur. Daha sen ne bok yemeye tasavvuf ile spiritüalizm aslında farklı şeylermiş gibi göstermeye çalışıyorsun? Neden biliyor musun? Rol yapıyorsun.

Bu müritin anlattıklarından da alacağınız birtakım mesajlar vardır elbet. Mesela ABD'de ve Avrupa'da bu işin nasıl okulları olduğunu, nasıl türediğini, öyle ki popüler kültüre bu ruhçu öğretilerin ve ruhçu sembollerin nasıl hızla girmeye başladığını daha iyi anlarsınız bu adamın yazdıkları sayesinde. Zira yağmur sonrası yerdeki tuğlaların arasından fışkıran yosunlar gibi çoğalıyor bu spiritüalizm, bu iş de elbette küresel sermayenin sayısı bitmeyen spiritüalist kuruluşları sayesinde oluyor günümüzde. Spiritüalizm, ileride kurulması planlanan tek dünya devletinin tek dini olacaktır, zira insanlara inançsızlık ile hükmedemezsiniz, inanç bir ihtiyaçtır.

Geçen gün kendimle ilgili bir şey fark ettim. Yani otomatiğe alarak, fark etmeden sürekli yaptığım bir şeyin var olduğunu gördüm. "Oha, ben sürekli bunu yapıyorum lan" dedim kendi kendime. O şey şu, ben insanların söylediklerinin çoğunu, samimi olmadıklarını görerek ciddiye almıyorum. Birisinin söylediği bir lafı ciddiye almıyorum, çünkü içimden "siktir lan, sen yalnızken içinden böyle düşünmüyorsun" diyorum. Çok süslü bir laf duyuyorsun birinden, veya süslü olması da gerekmez "ben şöyle yaparım, buna inanırım, şöyle yaparım" gibi iddialı bir laf duyuyorsun ve bunu gram ciddiye almıyorsun. Çünkü söyleyenin o an ona inanmadığını biliyorsun. Nereden biliyorsun diye soracak olursan, işte bunu bilmiyorum. Hani bir insanın cahil olduğunu bakışlarından anlayabilirsin ya, onun gibi, biliyorsun işte ama nasıl bilebildiğini bilmiyorsun. Her neyse, bu sebeple benim dünyamda "rol yapma" denilen şey çok önemli. Zira bir insanı ciddiye alıp almama kriterim tamamen bu. Rol yapıyorsa o adam, yani sırf ağzından bir laf çıkmış olması için söylüyorsa o lafı, veya sırf toplum içinde olduğu için normalde inanmadığı bir şeyi söylüyorsa, veya içtiği zaman en yakın arkadaşına itiraf ettiği şeyin tam tersini savunuyorsa o anlığına, bunu görüyorsam, gram ciddiye almıyorum.

O sebeple gram ciddiye alınmak istiyorsan, bana delikanlı gibi tasavvufun İslam ile bir alakası olmadığını söyleyeceksin. Çünkü saf duygularla "böyle yapınca iyi oluyo" diye düşünen kandırılmış cahil bir tonton dede değilsen veya saf Anadolu çocuğu değilsen, gayet iyi biliyorsun sen bu tasavvufun ne olduğunu. Hem de gayet iyi biliyorsun. O halde bildiğin şeyi kabul edip söyleyeceksin, götverenliğin lüzumu yok. Zaten görmekte olduğun şeyi kabul et ve delikanlı gibi söyle. De ki, ulan bu tasavvufun ne alakası var Kuran'ın söyledikleriyle, bu müslümanlar nasıl bu tasavvufçuları sahiplenebilecek kadar gerizekalı olabiliyorlar, ortada İslam falan kalmamış ki anasını satayım falan de. Bunları de adam gibi. Heh.

Şimdi yine size gözlem olsun diye bir şey göstereceğim. Türkiye'de birtakım spiritüalist tarafından takip edilen bir Facebook hesabı var "Ruhun Uyanışı" adında. Takipçileri genellikle Facebook'unda manzara ve melek resimleri paylaşan orta yaşlı kimselerle genç yaşında yogaya merak salan tiplerdir. Şimdilik Türkiye'deki ruhçu profili de genellikle böyle zaten. Neyse, bu Facebook hesabı birçok yerli ve yabancı spiritüalistin sözlerini, kitap bölümlerini paylaşır ve takipçilerini bu yazarları okumaya yönlendirir. Mesela:


Bu yazıda pek çok defa kullandığım Ramtha'nın sözlerini paylaşır. Altına da hayatın sırrını çözen arkadaşlar "çoook güzel kalp kalp kalp" falan yazar.


Yine bir başka ruhçu yazarın acıyı ve çileciliği öven bir yazısını paylaşır. Tasavvufla aynı felsefeye sahip olan spiritüalizmde de acı çekmek = daha çok pişmektir. Hayatın anlamı tekamül etmek, yani ruhani evrim geçirmek ve nihayetinde de Tanrı olmaktır. Bu nedenle acılar ve başa gelen zorluklar çok iyi şeylerdir. Bunları anlatmıştım zaten. Pagan hurafelerinden biri olan asketizm, Cihangirli denyo aydınlarımıza satılır. Zaten sosyoekonomik düzeyi yüksek olan insana kafadan aydın deniyor amına koduğumun yerinde, ona da ayrı fitim. Ha çileciliği öven bu tipler dergahlara kapanmazlar, ponpon terlikleri ve nescafe fincanlarıyla Instagram'da bu kitapların fotoğrafını çekip paylaşırlar, spiritüalistler iş pratiğe gelince bizim hacı hoca tayfası tasavvufçular kadar samimi değillerdir. Zaten Allah aşkına böyle saçma bir inanç sisteminde nasıl samimi olabilir, nasıl işi pratiğe dökebilirsin? Olgunluğu, sabrı, acıyı öven ama arkadaşı Şems gidince zırıl zırıl ağlayan Mevlana misali, söylediklerinle yaptıklarının birbirini tutmaması kaçınılmazdır.



Veya aynı hesap, 4 sene önce yazdığım şu yazıda ne mal olduğunu anlattığım Burak Özdemir'in spiritüalist saçmalıklarını da sık sık paylaşır. Burak Özdemir sık sık Rotary'de konuşmalar yapar, Rotary'ler tarafından desteklenir. Buradaki pasajda da Burak Özdemir, tıpkı bizim tasavvufçular gibi cennet ve cehennemin mecazi kavramlar olduğunu söyler. Yani ateistin biri "cennet, cehennem diye şeyler yoktur" dese ona bu muameleyi yapmam, inancı budur derim, başka şekilde tartışırım, fakat bu tasavvufçu ve spiritüalist tayfa hem Kuran'a inanıyorum ayağına yatıp hem de Kuran ayetlerine mecazi anlamlar yükleyerek Kitabı tahrif etme niyetinde oldukları için işin rengi değişiyor doğal olarak. Bu tam bir sinsilik örneğidir.


Bir örnek daha vereyim. "Başmelek Cebrail (Gabriel)'in mesajı!!" şeklinde dünya çapında bir ruhçu furya var. Hani nasıl ki Mevlana'lar, Arabi'ler direkt Allah'tan bilgiler alıyorlar veya peygamberlerle mana katında görüşerek bilgiler alıyorlar, bu ruhçu arkadaşların senaryoları da kimi zaman medyum vasıtasıyla iletişime geçen üst boyut varlıkları, kimi zaman da insanlarla iletişime geçen melekler oluyor. Bunların "vahiy" senaryosu da bu. Hesapta Cebrail, Mikail gibi melekler bazı seçilmiş kişilerle iletişime geçer, onlara gizli sırları açıklar, Türkiye'de de "Meleklerle Yaşamak" adında kitapları 100 küsürden fazla baskı yapan bir şarlatanlık örneği var, dünyadaki spiritüalist furyanın Türkiye şubesidir kendileri. O konuya daha sonra gireceğiz. Peki neden melekleri alet ederler ? Eh Hristiyanlara ve Müslümanlara uzak kavramlar değildir "melekler", bu sebeple insanları kandırabilmek için aşina oldukları şeyleri kullanırlar. Semavi dinlerin öğretilerini kendi işlerine yarayacak şekilde kullanırlar.

Şimdi gelelim zurnanın zart dediği yere:


Aynı sayfa bizim Mevlana'nın çok aydınlatıcı, çok bilgelik dolu sözlerini de paylaşır elbette. Peki neden herhangi bir Kuran ayeti paylaşmazlar da gider Mevlana sözü paylaşırlar? E çünkü Kuran bambaşka şeyler söyler, bu adamlar bambaşka şeyler... Mevlana ise bu ruhçu arkadaşlarla aynı şeyleri söyler. Hem Kuran ayeti paylaşarak insanları Kuran okumaya teşvik etmenin ne alemi var? Mevlana sözleri paylaş ki insanlar mistisizme kaysın, spiritüalistlerle aynı şeyleri söyleyen Mevlana'dan öğrensinler Kuran'da yazmayan o ulvi hakikatleri!

Mistiklerin ve ruhçuların tasavvuf sevgisi boşuna değildir, hatta Tayyip'in türbanlı bacısının Mevlana sevgisinden milyon kere daha tutarlıdır. Bozuk bir Türkçeyle "aradigim husuru meflanada buldim" diyen yabancı elemanlar, müslüman tasavvufçulardan daha mantıklıdır, zira tasavvufun İslam'la en ufak bir alakası yoktur. Bin yıldır kekliyorlar bizim müslümanları yani. Konuya dışarıdan bakabilen herkes, müslümanların tasavvuf sevgisinin komikliğini fark eder. İnsanlar duygusal oldukları için kendi kültürlerine yakın olan veya kendilerine çevresi tarafından öğretilen her boku savunma meyilli oluyorlar, müslümanların tasavvufçuları sahiplenme sebebi de işte bu duygusallık ve kibirdir. Tabi bu şeyh veya veli geçinen beyin takımı tipler durumun gayet farkındadır, burada kandırılan mürit sürüsünden bahsediyorum ben. Duygusallık adamın amına kor, yer bitirir onu. Kafayı kullanacaksın dayı, başka yolu yok.

Bu dünyada hep, zaten sahip olmadığımız şeyler yüzünden sorguya çekilir, bedel öderiz. Sanki senin kabahatinmiş gibi "buna niye sahip değilsin?" denir sana. Daha ilkokulda bile resime kabiliyeti olmayan çocuk, kötü resim çizdiği için resim dersinden iyi not alamaz. Adam fakir ailede doğup büyümüştür, parası yok diye itin götüne sokulur. Kadın çirkin doğmuştur, güzel olmadığı için yemediği hakaret kalmaz. Adam zenci doğmuştur, niye beyaz değilsin diye ağzına bir güzel sıçarlar. İnsanlar diğer insanlara, zaten sahip olmadıkları şeyler yüzünden suç yüklerler. Fakat Allah hiçbir insana "neden buna sahip değilsin" diye sormayacak, Allah'ın yöntemi farklı. Allah "buna sahip olduğun halde neden kullanmadın" diye, ya da "buna sahip olduğun halde neden kötüye kullandın" diye soracak. Yani Allah, seni sahip olmadığın şeyler üzerinden imtihan etmez, sahip oldukların üzerinden imtihan eder. En basitinden paran yok diye çok insan sana bikbik edecektir, ama Allah'ın bir insana parası yok diye kızdığını görmedim ben Kuran'da, Allah paraya sahip olana "o parayı neden paylaşmadın", "neden iyiye kullanmadın" diye sorar. Kısacası sahip olduğun her şeyden sorumlusundur. Zeka, para, güzellik, özgür irade, aklına ne geliyorsa... Sana verilen bu nimetlerin en başında da "akıl" gelir. Aklı olan her insan, bu akla sahip olmanın sorumluluğunu taşır. İnsanın sınav edilme sebeplerinden birisi de budur, sahip olduğun aklın bir bedeli vardır. O halde, o aklı kullanmak zorundasın, hem de iyiye kullanmak zorundasın. Çalıştıracaksın saksıyı, bunun başka bir yolu yok.

"Yeryüzünde debelenenlerin Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır-dilsizlerdir." (Enfal 22)

Şimdi işin biraz daha alengirli boyutuna gireceğuk sayın kaynatasızlar, burası işin inançla ilgili kısmı değil, herkesi ilgilendiren bilgi kısmı. Arka sıra dinle burayı evladım, amına korum aksi takdirde.

Binlerce yıldır, belki de daha fazla var olan bu panteist felsefe 20. yüzyılda New Age hâlini almıştır. 20. yüzyılda New Age'i hortlatanların başında Alice Bailey adlı Amerikalı bir abla gelir. Alice Bailey'in öğretileri de ne Mevlana'dan, ne de günümüzdeki herhangi bir spiritüalistten farklıdır, aynı şeylerin laciverte boyanmışını anlatır o da. Bu abla da panteisttir, yani "her şey Tanrı'dır, sen de Tanrı olduğunu keşfet" der. Bu Alice Bailey adlı abla, 1922 yılında Lucifer Publishing Company'i kurar, yani Lucifer adında bir yayınevi kurar kendisi [62]. Lucifer; Latince "ışık getiren" demektir, yani bu ruhçuların kasıtlı olarak kullandığı "ışık varlığı", "ışık sizinle olsun", "ışığın gücüyle" lafları Lucifer'la ilintilidir. Lucifer (İblis), insanlara kötülük yaparak aslında onların iyiliğine, yani tekamüllerine hizmet ettiği için ışığı, aydınlanmayı ve kurtuluşu getirendir. "Illuminati" yani "aydınlanmışlar" ismi de buradan türemiştir, her neyse biz konumuza dönelim. Alice Bailey adlı abla 1922'de kurduğu Lucifer Yayınevi'nin ismini "lan biraz ileri gittik galiba" deyu 3 sene sonra değiştirir, Lucis Trust'a dönüştürür. Lucis Trust günümüzde de birçok alt şirketiyle beraber faaliyette olan bir spiritüalist şirkettir. Lucis de yine Lucifer demektir, bir fark yok arada.

Alice Bailey bu işlerle kafayı kırmış kendi halinde bir abla değildir, yani burada bir Harun Kolçak yok karşımızda ehehe. Günümüzde pörtleyen New Age'e en büyük ivmeyi kazandıran şahıstır Alice Bailey. Ve daha da önemlisi, kendisi Bush gibi birçok ABD'li siyasetçinin 2000'lere doğru konuşacakları lisanı daha yıllar öncesinde kullanmıştır. Nasılını göstereceğim.

Kendisinin 1957'de yazdığı "The Externalisation of the Hierarchy" adlı kitaptan bazı bölümlere bakalım [63]:


Kendisi kitapta sık sık "Efendiler"den (Masters) bahseder. Bu Efendiler, insanlığa ve dünyaya hizmet gönüllüsü, yüce, seçkin ve elit kişilerdir. Gizli kardeşlik örgütleri vardır bu Efendilerin. Tıpkı insanlara kötülük ederek onlara hizmet eden Lucifer misali, bu Dünya Efendileri de dünyanın ve insanların anasını sikerek insanlığa hizmet edeceklerdir. Hem alt insanların (!) adına kötülük dediği o yüce hizmetleri yaparak insanların tekamülüne hizmet edeceklerdir, hem de dünyayı alt ırklardan temizleyeceklerdir. Altını son çizdiğim bölümde kendisi şunu söylemektedir: "Dünya Hizmetlisi bir yeni grup, her millette etkin olacak ve dünyanın her yerinde iş başında olacaktır".

Bu adına "Dünya Hizmetlisi Yeni Grup" dediği oluşum tam olarak bizim banker çetesi Illuminati ve onların alt kuruluşlarıdır.

Kendisi bu kişilerin misyonunu daha sonra şu şekillerde açıklar [64]:


"Bu Dünya Hizmetlisi Grup insan hakları için, insanlığın ruhani geleceği için ve yeni dünya düzeni için savaşacak"

Yeni dünya düzeninin ne olduğunu artık biliyorsunuz, "insanlığın ruhani geleceği"nden kastı da şudur kendisinin:


Gelecekte "Yeni Dünya Dini"ni kuracaklardır ki bu da Alice Bailey'nin de temsilcilerinden biri olduğu spiritüalizmdir.

Evet, Alice Bailey adlı spiritüalist abla, daha 1957 yılında tam olarak Illuminati'nin misyonunu açıklar. "New World Order" (Yeni Dünya Düzeni) ifadesi insanlara kameralar önünde ilk olarak 1990'lı yıllarda George Bush tarafından bir basın toplantısında açıklanacaktır, fakat ne hikmetse bu ruhçu abla daha 30 yıl önce Bush'un söylediklerinin aynısını söyler. Yeni Dünya Düzeni ifadesi, Alice Bailey'inin kitaplarında sıklıkla kullanılır, bahsettiğim bu kitapta da defalarca bahsedilir, açıklanır, detaylı olarak izah edilir. Ve bu kitabın basım yılı daha 1957'dir. Alice Bailey'in kullandığı Yeni Dünya Düzeni ifadesi öyle alelade bir rastgelme veya kelime benzerliği değildir, kitabı okuyan olursa rahatça görecektir ki kendisinin Yeni Dünya Düzeni tanımı; ABD başkanı Bush'unkiyle birebir olarak aynıdır.

Meseleyi tekrar anlatayım.

Şimdi bu George Bush adlı abi ki kendisi ABD başkanıdır, şu video'da göreceğiniz üzere artık Yeni Dünya Düzeni'nin hüküm süreceğini açıklar 1991 senesinde.


Ve ne hikmetse, kendisinden 30 küsür sene önce Alice Bailey adlı abla da aynı lafları kitabında yazar.

Ve ne hikmetse, Alice Bailey adlı abla New Age'in kurucularından biridir, spiritüalist ve okültisttir.

Ve yine ne hikmetse, George Bush da oğlu gibi Yale Üniversitesi'nin spiritüalist ve okültist bir cemiyeti olan Bones and Skulls üyesidir.

Acaba bu spiritüalist arkadaşlar sandığımız kadar saf olmayabilir ve gizli kardeşlik örgütleriyle gayet, çatır çatır dünyanın anasını belliyor olabilirler mi? Çatır çatır dünyayı yönlendiren kilit siyasetçileri, yöneticileri, medya üyelerini, yazarlarını, sanatçılarını çıkarıyor olabilirler mi? Peşlerine taktıkları bu spiritüalist ve new age derneklerindeki aydın görünümlü denyoları da gayet sömürüyor olabilirler mi?

Yoksa 20 yaşında hayatın anlamını çözen, ateist olduğu için otomatikman bilim adamı olan, uzun kollu tişörtünün üstüne kısa kollu gömlek giyen, hayattaki en önemli derdi Tayyip'in o günkü sözüyle ilgili esprili tweet atıp takipçi sayısını arttırmak olan amına koduğumun evladı "yeni dünya düzeni yav he he" deyince tüm meseleyi çözmüş mü oluyor? Şşş bana bak hele bana, senin daha kendi cümlelerini kurma kabiliyetinden yoksun olup "yav he he" diyen o milyonlarca beyin hücreni bir araya getirip sikerim amın oğlu seni. Facebook'unun kapağına aydınlanma çağı düşünürlerinin resmini koyan ama sabahtan akşama kadar laklak yapan boş beleş orospu evladı seni. Amına koduğumun kahvede pişpirik atan Erkan'ın bilgisayarlısı seni. Ya olum valla bak sabahtan beri anlatıyorum yok Mevlana'dır yok tasavvuftur diye ama, gözünde canlandır şu adamı; adam köyde doğmuş, anası babası yönlendirmiş bi cemaate ya da tarikata, herif de "böyle yapınca iyi oluyo" deyip girmiş bi cemaatin arasına. Abuk subuk şeylere inansa da, hayatı hiç uğruna kendine dar etse de, ben bu adama kızamıyorum. Herifin imkânı yok çünkü, vizyonu dar, çevresi dar. Tanıdığı tek insanlar, sahip olduğu tek çevre de adamı böyle bir hayata yönlendirmiş. Ben bu adama kızma veya küfretme hakkını bulamıyorum kendimde. Onun hesabını da Allah görecektir deyip bırakıyorum kendi içimde. Ama bu anasını siktiğimin boş beleş jenerasyonu var ya, imkân sahibi olup da o imkânlardan gram faydalanmayan ve sırf sahip olduğu imkânlar yüzünden kendini şu insanlardan üstün gören amın evlatları var ya, işte bunlara öyle nefret doluyum ki sana anlatamam. O nefreti anlatabileyim, azıcık da olsa ifade edebileyim diye küfürde yaratıcılığın dibini görüyorum ama yine de yetmiyor, sana yemin ederim ki yetmiyor. Sizin kalibrenizi ölçünüzü ayarınızı sikeyim ben. Bu hayatın her yerinde karşıma çıkacaksın sen, her gittiğim yerde olacaksın, o meymenetsiz suratını her dışarı adımımı attığımda görcem, o hiçbir sikten memnun olmayan surat ifadenle sürekli karşı karşıya gelcem, 5000 sene yaşasan da üretiminde hiçbir katkının olmayacağı o telefonunla vıyıl vıyıl etrafta dolaşıp üstünlük taslamana şahit olcam, kendi vasıfsızlığını başka insanların sırtından geçinerek ve hayatı başkaları için daha da zorlaştırarak kapatacaksın ve beni de tüm bunları seyretmek zorunda bırakacaksın, işte bu sebeplerden ötürü senin ananı bir kez daha sikeyim, Ulan seni zaman makinesiyle 3000 sene öncesine göndersek o insanlara tek bir faydan olmaz, şu an içinde bulunduğun toplumdan tek bir şey öğretemezsin onlara. Ne bir alet edevat üretebilirsin, ne onlara bir icat sunabilirsin, ne de onları ileri taşıyabilecek tek bir fikir verebilirsin. Neden biliyor musun amına koduğumun evladı? Çünkü sen sığır gibi bomboş yaşıyorsun. İçinde bulunduğun refah ve teknolojiyi sadece diğer zeki insanlara ve ortak mirasa borçlusun, ve sen sığır gibi bomboş yaşayarak hiçbir sike derman olmamana rağmen sahip olduğun imkânlar yüzünden üstün olduğunu iddia ediyorsun. Senden nefret ediyorum nefret.

Neyse siktir et şu amın evlatlarını, biz meseleye geri dönelim. Irzını siktiğimin sümük suratlıları. Aslında daha çok küfretmek istiyorum ama yazı uzadı. Orrrrrospu çocukları sizi. Lafta demokrasiyi, özgürlüğü, barışı savunan ama her türlü ikiyüzlülüğü ve pisliği yapmaktan geri kalmayan kahpe topluluğu sizi.

Bu spiritüalist Alice Bailey'in kitaplarında çok sıklıkla kullandığı bir laf var, "ışık hüzmeleri" (points of light) deyu. Misal eski adı Lucifer Yayınevi, yeni adı Lucis Trust olan ruhçu şirketin şu anki internet sayfasına bir bakalım. Internet sayfasında da doğal olarak Alice Bailey'in öğretileriyle dünyayı aydınlatır bu yüce oluşum [65]:

Çerçeve içine aldığım bölümde şu denir: "Ben daha büyük bir Işığın içindeki ışık hüzmesiyim"

Alice Bailey'in öğretilerinin de panteist olduğunu söylemiştim. Dikkat ederseniz "greater Light"taki Light büyük harfle yazılıyor, zira "daha büyük Işık"la kastedilen Tanrı'dır. Burada söylenen sözle anlatılmak istenen şudur: Tüm varlık ışıktır, yani tüm varlık birdir. Ben de bu bütün ve bir olan varlığın bir parçası olduğuma göre, ben de ışığım, ben de Tanrı'yım.

Bu New Age öğretilerinin bizim Mevlana'lardan, Arabi'lerden hiçbir farkı olmadığını ve tek farklarının işte bu yeni çağa adapte edilmiş ışıklı, enerjili jargonları olduğunu elli kez söylemiştim. Şekil A'da da bunu gayet güzel görüyoruz. He bu arada Mevlana denen 1200'lü yılların sakallı cübbeli elemanı ile bu adamların arasında fiziksel bir bağ olduğunu düşünmüyorum. Fakat tüm mistikler gibi temel öğretileri aynıdır, aynı sonuca ulaşmışlardır. Her neyse, Alice Bailey'in 1957 yılında yayınlanan kitabına geri dönelim. Alice Bailey öğretilerinin özeti olan şöyle bir şiire yer verir kitabında [66]:

Alice Bailey burada yine ışık hüzmelerinin insanlığa aydınlanma (illumination) getireceğinden bahseder. Panteist öğreti çerçevesinde ışık hüzmeleri olan insan, büyük ışık olan Tanrı'nın bir parçasıdır.

Şimdi neden Alice Bailey'nin bu saçmalıklarını size gösteriyorum, şu yüzden:

Bu kareyi şu an sizin de ulaşabileceğiniz New York Times gazetesi internet arşivinden aldım, 19 Ağustos 1988 tarihli sayıda, yakında ABD başkanı olacak olan George Bush'un görev kabul konuşmasının metni vardır [67].

Bu konuşmada George Bush ilginç bir ifade kullanır:


Bush, Amerika'daki çeşitliliği anlatır ve Amerika'yı "thousand points of light", yani "binlerce ışık hüzmesi"ne benzetir. Thousand Points of Light ifadesi, spiritüalist okültist Alice Bailey'in ürettiği bir terimdir. Bu söz öyle Amerikalıların sıklıkla kullandığı bir deyim falan değildir. Spiritüalist Bones and Skulls üyesi olan Bush, yine hocalarının ona öğrettiği mistik lisanı kullanır konuşmalarında.

Ardından aynı George Bush'un 1991 tarihli, Yeni Dünya Düzeni'ni duyurduğu şu meşhur konuşmasına da bir bakalım. Video'su da var. Yukarıdakinden farklı bir konuşma bu.


Bu konuşmanın bir bölümünde (videoda tam olarak 9:00) ABD başkanı Bush amaçlarının şu olduğunu söyler: Binlerce ışık hüzmesinin aydınlanması (Illumination of a thousand points of light).

Bak, Bush'un bu sözü öyle AKP Bilecik milletvekilinin "Rabbim bize aydınlık günler nasip etsin enşallaaah" demesi gibi alelade bir söz değildir. "Illumination of a thousand points of light", Alice Bailey'nin kitaplarında da sıklıkla geçen, ezoterik ve okült manaları olan bir sözdür ki ne manaya geldiğini sabahtan beri açıklıyorum zaten bu öğretinin. İradesi ve karakteri olmayan bir kukladır Bush, eline verilen metni okur. Eline verilen metin elbette başta ABD'yi ve ABD üzerinden de tüm dünyayı saran panteist, mistik çetenin bir ürünüdür. Fabrika orasıdır.

George Bush bu ifadeyi konuşmalarında o kadar sıklıkla kullanır ki, 1990 yılında "Points of Light" (Işık Hüzmeleri) adlı hesapta bir hayır kurumu da kurar. Bu spiritüalist oluşum hâlâ dünya çapında aktiftir. Tıpkı Bailey'nin söylediği gibi, Efendiler dünyanın her yerinde aktiftir.

Bu "binlerce ışık hüzmesi" muhabbeti, şu İkiz Kuleler ve Pentagon saldırılarını yıllar öncesinden bildiren 1995 üretimli Illuminati oyun kartlarında da vardır. Bu oyun kartları muhabbeti de karşınıza bin kere çıkıp klişe bir hâl aldı diye gerçekliğini yitirmez, gayet açık seçik dalga geçer gibi birçok faaliyetlerini oradan duyurdu bu abiler zamanında:


Şu ana kadar tüm anlattıklarımı aklında biriktir, zira parçaları birleştiriyoruz. Devam ediyorum.

RAND Corporation'dan daha önceki yazılarda illaki bahsetmişimdir. Bu RAND, hesapta kâr amacı gütmeyen bir düşünce kuruluşudur. Esasen RAND, tıpkı Stratfor gibi tüm dünyayı sosyolojik, askeri, ekonomik, zart zurt her alanda inceleyen, analizler yapan bir istihbarat ve analiz kuruluşudur, yani gavurun deyimiyle "think tank" kuruluşu. Bir nevi küçük CIA de diyebiliriz kendisine. Dünyanın hemen hemen her ülkesi ve tüm coğrafyaları hakkında yığınla bilgiye, veriye sahiplerdir ve küresel çetenin ileride yapacağı hamlelere dair fikirler sunarlar. E adamlar yapacakları yatırım veya operasyonlar için gerekli ön bilgiyi gökten zembille almıyorlar elbette, RAND gibi, Stratfor gibi yığınla think tank kuruluşu vasıtasıyla sağlıyorlar bu bilgileri.

RAND 2005'te "Civil Democratic İslam: Partners, Resources and Strategies" adında bir rapor yayınlar [68]. Yani adından da belli olacağı üzere; müslüman ülkelerde kimlerle işbirliği yapabileceklerini, kimlerin kendi çıkarlarıyla uyuştuğunu, kimlerin suyuna gidilip kimlere karşı gelinmesi gerektiğini izah eden bir yol-yöntem haritası çizerler. RAND'ın 2005'te yayınladığı bu raporu bir inceleyelim bakalım.

Raporda en çok selefi/cihatçı gruplar ve tasavvufçular (sufiler) üzerinde durulur. Selefi/cihatçı gruplar dediğim işte bu El Kaide'dir, Işid'dir, veya diğer potansiyel radikal dinci gruplardır, bunlara üye olabilme potansiyeli taşıyan ayılardır. ABD'nin bu selefiler üzerindeki tutumu özetle şudur: Kullan, at.

İşin bu raporda bahsedilmeyen (aslında üstü kapalı olarak ima edilen) kısmını anlatayım size, ABD'nin kafa kesicilere karşı tutumu şudur: Bu köktendinci arkadaşlar muhakkak ki oradan buradan pörtleyecektir, bunu önleyemezsin. Çıkan bu radikal dincileri sen silahlandır, sen organize et, yeri geldiğinde sür sahaya, saldırsınlar istediğin noktaya Allahuakbar deyu. Fakat destekte fazla ileri gitme, toplumun çoğunluğuna yayılmalarına izin verme, yoksa bu işin önünü alamazsın. Zira bu elemanlar manyak oldukları için zaptedilmeleri zordur. Sağları solları belli olmaz. Ayrıca küreselleşme karşıtı oldukları için de toplumun çoğunluğuna yayılmaları işimize gelmez, o sebeple sadece kısıtlı güce sahip olmalılar. İstediğimiz bölgeleri karıştırabilecek kadar ve medyada vahşiliklerini gösterecekleri pozlar verecek kadar güçlü olmaları yeterli.

Yani bu adamlar elbette desteklenir, fakat görüşlerinin topluma yayılmaları istenmez, büyümeleri istenmez. Ha ABD bu adamları dibine kadar desteklemiyor diye de gidip bu adamları destekleyecek halimiz yok, zira düşmanın düşmanı her zaman dost değildir.

Yukarıda Rand'dan aldığım bölümde de müslümanların, bu psikopat cihatçılardan sonra üzerinde en çok durulan ikinci kesimi anlatılır: Tasavvufçular.

Tasavvufçular ABD tarafından pek sevilir. 2005'teki bu Rand raporunda da göreceğiniz üzere tasavvufçular, İslam'ın sözüm ona modernist ve entelektüel yüzü olarak lanse edilir.

Şimdi Rand Raporu'nun şu kısmına bakalım:


Kelimesi kelimesine tercüme ediyorum: "Tasavvufun önemini arttır. Güçlü tasavvufi gelenekleri olan ülkeleri, tarihlerinin bu bölümüne odaklanmaları konusunda teşvik et ve okul müfredatlarına da tasavvufu koysunlar. Tasavvufa daha fazla önem ver."

Ehehe, ya bu amına koduğumun tarihi bazen sahiden tekerrürden ibaret olabiliyor. Şimdi ABD'li think-tank kuruluşu RAND'ın müslümanlar hakkındaki bu raporu ve tasavvufçular hakkında şu söyledikleri aklınızda kalsın, zira geri döneceğiz. Ben o arada meselenin önemini izah etmek için 150 yıl geriye götüreceğim sizleri.

1800'lerin ilk yarısında yaşamış bir Fransız düşünür vardır Tocqueville adında, kendisi aynı zamanda tarihçi, devlet adamı ve biraz da iktisatçıdır. 1840'ların başında Tocqueville'i Cezayir'e gönderirler, zira Fransa, Cezayir'i sömürgeleştirmektedir ve isyan hareketleri de Fransızların başını ağrıtır. Abdülkadir adında bir Cezayirli lider, yabancı Fransızlara karşı halkı ayaklandırır. Fransızlar da napacağuk, bu Cezayirlileri nasıl yöneteceğuk diye kara kara düşünürler. Tocqueville'i Cezayir'e göndermelerinin sebebi de budur zaten; gözlem yapsın, Cezayir halkını analiz etsin, bize istihbarat sağlasın. Tocqueville 1847'de, tarihe "Cezayir Raporları" adıyla geçecek analizlerini yollar Fransa'ya. Tocqueville'in raporlarını zamanında okumuştum, o koca raporda anlattıklarının tüm özeti şudur: "Eğitimlerine ve dinlerine karışmayın, rahat rahat sömürürüz. Eğer eğitimlerine ve dinlerine müdahale etmeye kalkışırsanız başınız ağrır, çok tepki toplarsınız."

Bir halkı, hele hele müslümanlar gibi (ama doğru ama yanlış) güçlü din gelenekleri olan bir halkı yönetmek için dikkat etmeniz gereken ilk husus dindir. İkincisi ise eğitimdir. 150 sene öncesinin Fransız'ı işin önemini ve karmaşıklığını görüp "bu işlere hiç karışmayın, siz sömürmenize bakın" der. Fakat günümüzde her halkın ne yiyip içtiğinden tut, kimi ne oranda sevip kimden ne oranda nefret ettiğine kadar her bokunu bilen bir yapılanmamız var. CFR'sinden tut Stratfor'una, aha bu Rand'ına kadar saymakla bitiremeyeceğin kadar istihbarat örgütü var bu adamların. Sırf Twitter ve internet sayfalarında yayınladıkları raporlarda bile bu adamların ne derece bilgi ve gözlem sahibi olduklarını görürsün zaten. Gelgelelim 1900'lerin başından itibaren, halkı yönetmek için gerekli olan bu "din" ve "eğitim"den uzak durmamıştır küresel çete, zira artık bunları karıştıracak, yönlendirecek gücü ve istihbarat bilgisi vardır. Artık 1800'lerin Fransası kadar aciz bir emperyalist güç yok yani karşımızda.

Bunu nasıl yaparlar? Aha şu raporda tasavvufla ilgili söylenenlere bak anlarsın işte.

Bu tasavvufu destekle, eğitimlerine de bir güzel sok, sürekli canlı tutsunlar tasavvufla olan bağlarını diye açık seçik talimat veriyor adamlar.

Tasavvufu edebiyat dersinde, din dersinde sürekli görmedin mi evladım sen okuldayken? Sürekli Yunus'tur, Mevlana'dır, bilmem kim tasavvufçudur, bunları görmedin mi sen edebiyat dersinde? E işte o yüzden sikkonun biri çıkıp "bu adamlar müslüman falan değil olum, bildiğin pagan, aha delili de şu, şu ve şu" dediğinde önyargıyla yaklaşıyosun, hatta sikine bile takmıyosun adamı. Neden? Çocukken sana öyle öğretildi. Neden? Okulda ders kitabında öyle yazıyordu. Neden? Çevren sana öyle öğretti, mahallendeki imam öyle söyledi, çok feyzli bir abi olan falanca öyle söyledi, öğretmenin öyle söyledi. Bu kültürü de işte öyle güzel yapılandırır ki bu adamlar ufak ufak... Şu tasavvufun hâlâ kültürümüzde bu kadar canlı biçimde yer alması, hâlâ ders kitaplarında bile olması %50 bu adamların bok yemesidir, %50 de müslümanların salaklığındandır. Aslında %100'ü müslümanların salaklığından ya neyse.

Bu El Kaide veya IŞİD gibi (veya yakında pörtlemesi muhtemel potansiyel El Zamazingolar gibi) Amerikan silahlarıyla cihat eden radikal dinci gerizekalılar veya dini siyasete alet eden siyasal İslamcılar zaten insanları İslam'dan yeterince uzaklaştırır. Fakat insansın sen, inanmak senin için bir ihtiyaç, hele hele bu coğrafyanın insanıysan, ne kadar soğursan soğu muhakkak ki İslam'la bir bağ hissedersin içten içe, öyleyse ne yapacaksın? Karşında işte güler yüzlü tasavvuf var. Senin inandığın o "gerçek İslam", aha bu tasavvuf, koş sarıl ona. RAND'ın raporlarında da göreceğiniz üzere ABD'nin İslam coğrafyasındaki tüm stratejisi buna odaklıdır: Radikal dincilerden soğuyanları, sevgi dolu tasavvuf ile karşıla. Bir başka deyişle, yağmurdan kaçarken doluya tutulsunlar.

Küresel sermaye yine Hegel diyalektiğini kullanır ve dünyayı tez-antitez çatışmalarıyla şekillendirir. Dikkat ederseniz, kafa kesen cihatçıları da, tasavvufi kuruluşları da desteklerler.

Tasavvufun sevgi imajı tamamen tırttır. Orasına burasına şiş batırıp Allah Allah diyen adamlar da tasavvufçudur. Veya sırf bu yazımdan dolayı beni eline geçirse 50 kere kafamı kesecek olan adamlar da bilmemkim cemaatindendir ve o cemaat de tasavvufçudur. Küresel çetenin müslümanları tasavvufa yöneltmek istemesinin sebebi tasavvufun sevgi doluluğu değil, ileride tek ve ortak dünya dini olmasını planladıkları spiritüalizmin tasavvuf ile aynı şey olmasıdır. Yüzeysel bilgi ve yüzeysel sorgulama insanı genellikle yanlışa götürür. Her konuda sadece iki cümlelik kulaktan dolma bilgi sahibi olan ve bu yüzden de kendini her konunun uzmanı zanneden günümüz sığır aydın gençliği, bu adamların tasavvufu destekleme sebeplerini "tasavvufun barış dini olması"na yoracaktır muhakkak, fakat işin aslının bunla alakası yoktur. Yüzlerce yıllık bir projedir spiritüalizm. Ve bu spiritüalizm; tasavvuf ile aynı şey olduğu için, spiritüalizmin müslümanlara kakalanmasının yegane yolu tasavvuftur. Gör bunu ulan gör, gördüğünden eminim de işte, kabul et. Sırf benim anlattıklarım bile aklı olan adam için yeterlidir ama, temiz bir kafayla düşünerek kendi araştırmanı yap bakalım, sen de bunu fark edeceksin. Zira şeytanın tuzağı zayıftır.

Rand'ın 2005'teki bu raporu baştan aşağı aynı talimatla doludur: Tasavvufu destekle.


Ayrıca Fethullah Gülen ve tasavvufi bir oluşum olan Nurculuğun da desteklenmesi önerilir bu raporda. Fethullah bol bol övülür:


3-4 sene evvel bu Fethullah ve Said Nursi ile ilgili uzuncana bir yazı yazmıştım, o zaman Fethullah'ı savunan Akp'liler şimdi doğal olarak ondan nefret ediyorlar, çünkü reisleri öyle emretti. Fakat şimdi de politik nedenlerden dolayı Fethullah'a giydirip "ama Bediüzzaman Said Nursi hazretleri başka" diyorlar. Oysa işin kaynağı Said Nursi'dir. Said Nursi denen adamın risaleleri de tasavvufidir, yığınla hurafeyle doludur, o da Mevlana'lardan farklı bir şey söylemez.

Ayrıca içinde Feto ismi geçen bu belgeyi de işine geldiği şekilde kullanacak olan ilk A Haber çalışanının kaynatasına buradan kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Birkaç sene öncesine kadar tüm bu belgelere kör kesiliyordunuz, şimdi başımıza James Bond kesildiniz maşallah.

İkinci bölüme geçiyorum, motoru soğutmadan aynen devam et okumaya.

Kaynak : 
http://michaelsikkofield.blogspot.com.tr/2015/04/tasavvuf-ve-tarikatlardan-tek-dunya.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder